> Engeloji

Translate

1 Temmuz 2012 Pazar

ENGELLİLER İÇİN UYUMUYORUZ!


5378 sayı ve 01 Temmuz 2005 tarihli Özürlüler Kanunu göre, tüm Türkiye’de fiziki çevre düzenlemeleri ve ulaşılabilirliği için 7 yıl süre tanınmıştı. Bu süre, Temmuz 2012’de doluyordu. Ama maalesef bu sürenin bitimine çok az bir zaman kala, ek süre istendi. Sürenin dolmasına az bir zaman kala, ek süre talep edilmesine tepki gösteren Sivil Toplum Kuruluşları imza kampanyası başlattı.  İstanbul’da “Engelliler İçin Uyumuyoruz” adıyla bir etkinlik düzenlendi. Kanunun ertelenmeye çalışılmasına bu şekilde bir tepki gösterdi.
7 Temmuz Platformu tarafından; Taksim’de “Uyumuyoruz” adıyla düzenlenen etkinliğe tüm sivil toplum kuruluşu yöneticileri ve temsilcileri, engelli hakları konusunda çalışan aktivistler, engelliler, engelli yakınları, basın mensupları, sanatçılar ve yazarlar katıldı. Herkes “Engelliler İçin Uyumuyoruz” dedi!
Artık biliyoruz ki; ülkemizde çevre şartları, ulaşılabilirlik, mimari engeller tam anlamıyla anlaşılmış ve aşılmış değil! Maalesef pek çok eksiklik var. Şehirlerdeki pek çok kamuya açık yerler engelsiz insanlar düşünülerek yapılmış… Sinema, tiyatro, alışveriş merkezleri, kafe, restoran gibi yerlerde rampa ve asansör yok. Aslında kamu binalarında bile rampa ve asansör yok. Hiç olmazsa kamu kurum ve kuruluş binaları, kamuya açık alanlar ve toplu taşıma araçları engellilerin kullanımına uygun hale getirilmeliydi.

Belki toplum olarak bilinçli değiliz. Belki de durumun hassasiyeti bilinmiyor. Ya da “Cezası neyse öderiz! Niye uğraşalım!” diye düşünülüyor. Oysaki dışarı çıkmak, bir yere gitmek, bir işini halletmek isteyen pek çok engelli sadece bu yüzden evinden dışarı çıkamıyor, çıkmak istemiyor, çıkarsa da çok zorlanıyor.
Bu yasa engelliler için çok önemli bir adım olacaktı. Pek çok engelli, bu yasanın başlangıç tarihi olan Temmuz 2012’yi engellerin kalkacağı zaman olarak görüyordu. Ancak, geçen bu 7 yıllık sürede yönetimler, bu alanların kanuna uygun şekilde düzenlemesini gerçekleştiremedi. Sürenin dolmasına kısa bir süre kala 3 yıl ek süre talebi ile torba yasaya bir madde konulması için girişimler başlatıldı. Engelliler hizmete ulaşacaklarına sevinirken; kanunun ertelenmeye çalışılması onları hem üzdü, hem de zora soktu.
Her fırsatta “Süre uzatılmayacak ve çalışmalar zamanında bitecek” diye açıklamalar yapılsa da bir arpa boyu yol alınmadı! Şimdi de ertelenirse, engelliler 3 yıl daha sıkıntı çekecek, 3 yıl daha bekleyecek… Her fırsatta engellilerin yanında olduğunu belirtenler, galiba samimi değiller…
Kanunlar ve talimatlar olduğu halde bu düzenlemeler hiçbir alanda uygulanmıyorsa, eksiklikleri gidermek yerine erteleniyorsa sorumlu kimdir? Yerel yönetimler, ilgili kurum yetkilileri, sivil toplum örgütleri ve biz,  hepimiz! Bir şeyler yapmalı ve bunun engelliler için hayati bir önem taşıdığını mutlaka anlatmalıyız! Engelliler için biz de uyumamalıyız!

ALİYE YÜCEL

24 Haziran 2012 Pazar

BUNLARI BİLELİM!


“Bedensel (Ortopedik) Engelliye Nasıl Davranmalı?” konusunu ele almak istedim. Bu bilimsel bir çalışma değil! Sadece bu güne kadar gördüklerim, okuduklarım, duyduklarım, izlenimlerim ve yaşadıklarım…
Ülkemizde maalesef engellilerle ilgili algılama ve tanımlama zorluğu yaşanıyor. Genelde normal insanlar (!) engellileri; korku, acıma ya da küçümseme unsuru olarak görüyor. Öncelikle engelli birine farklı gözle bakmamak gerekiyor. İlk tanışmada herkese nasıl davranılıyorsa engellilere de öyle davranmak gerekir.  Farklı olmak ekstra bir ilgiyi ya da dışlanmayı gerektirmez.
Bedensel engelliye “sakat, aciz, cüce, topal, çolak…” gibi etiketlerle ya da empati kurmadan yaklaşmak nasıl yanlışsa; engelliye acıyarak yaklaşmak, acıyan davranışlarda bulunmak ve acıma hissi veren ses tonu ile konuşmakta yanlıştır. Sonuçta onlar sadece birtakım engellere sahiptir. Hasta ya da mutsuz değildir!
Engelli kişiler karşısında çok dikkatli ve özenli olmaya da çalışmamalıdır. Diğer insanlarla nasıl konuşuluyorsa engellilerle de öyle konuşulmalıdır. Kelimeleri vurgulayarak veya yüksek sesle konuşulmamalıdır! Bedensel engelli bir kişinin duyma sorunu yoktur! Ayrıca onun zeka ve algılama sorunu olduğunu ima eder gibi tane tane ve vurgulayarak konuşulmamalıdır. Özellikle spastik engellilere bu şekilde davranılmaktadır. Bu büyük bir yanlıştır!
Tekerlekli sandalyede ya da koltuk değneği ile yürüyen engellilere karşı yardım etmek amacıyla aniden atılmamalıdır. Onların yardım istemesini beklemeli ya da yardım etmeden önce yardım isteyip istemediğini mutlaka sormalıdır. Onlardan bir istek olmadan kendimize göre yardımda bulunmak, aniden koluna girip tutmamak gerekir. Çünkü istemeden onun düşmesine ya da psikolojik olarak rahatsız olmasına sebep olunabilir. Eğer yardım istiyorsa, sizi yönlendirmesine göre davranılmalıdır.
Tekerlekli sandalyeli kişinin sandalyesine yaslanmamak ve dokunmamak gerekir. İstenmediği sürece tekerlekli sandalyeyi asla itmemelidir. Tekerlekli sandalyedeki kişinin görme seviyesinde, tam karşısında rahatlıkla göreceği şekilde sohbet etmelidir.
İncitirim korkusuyla normal konuşmalarının ya da davranışların dışına da çıkmamak gerekir. Örneğin; engelli bir insanın eli ve kolu olmasa da, normal bir şekilde elimizi uzatabiliriz. O buna uygun davranıp ve bir cevap verecektir.
Sanıldığının aksine engelliler engeliyle ilgili soru sorulmasından rahatsız olmazlar. Çünkü hiç bir şey yokmuş gibi davranmakta bazen doğru olmaz. Sadece soruyu samimiyetle, uygun bir dille sormayı bilmek gerekir. 
Engellinin kullandığı koltuk değneği ya da baston varsa, onları alarak kişiyi taklit etmemek gerektiğini de unutmamak gerekir!
Sonuç olarak kişi “Bedensel Engelliye Nasıl Davranmalı?” sorusunun cevabını sadece teoride biliyorsa (!) onlarla hiç karşılaşmadıysa durum tabii ki zor! Engellilik ve engelliler hayatın gerçeği; bu gerçekten habersiz olanlar ve onlarla tanışma fırsatını yakalayamayanlar için bu yazılanların da belki bir anlamı yok! Ama yine de bunları bilelim!

ALİYE YÜCEL


17 Haziran 2012 Pazar

ELLERİYLE KONUŞANLAR


İşaret dili, işitme ve konuşma engellilerin kendi aralarında ve diğer kişilerle iletişim kurarken, el hareketlerini ve yüz mimiklerini kullanarak oluşturdukları görsel bir dildir. İşaret dili sanıldığının aksine evrensel bir dil değildir. Ülkelere, hatta aynı ülkede bölgelere ve illere göre bile değişir. Hepsi birbirinden farklılıklar gösterir.

İşaret dili, 1616 yılında ilk kez İtalyan Giovanni Bonifacio tarafından kullanılmıştır. 1750 yılında iki kız kardeşi de sağır olan Abbe Charles De I’Epee, bu dili değiştirerek, geliştirmiştir. 1770'li yıllarda Fransa'da işitme engellilerin kullandığı el hareketleri dil olarak kabul edilmiştir. Daha sonra bu Amerika'ya götürülmüştür. Amerika'da 1817 yılında Thomas Gallaudet, işitme engelliler için bir okul kurmuş ve ilk kez orada işaret dili öğretilmiştir.

İşaret dilinin başlangıcı işitme engellileri bir araya toplayan bir okulun yada bir kurumla aynı zamana geldiği tahmin edilmektedir. Ancak çok önceleri, daha ilkelce bile olsa; konuşamayan kişilerin iletişim kurmak için işaret dilini kullandığını tahmin etmek hiçte zor değildir. Öyle ya, kişi duymuyor. Duymayınca ses çıkarmayı da öğrenemeyecek, bilemeyecek. Böylece doğal olarak çevresiyle anlaşabilmek ve iletişim kurabilmek için bir takım hareketler yapacak, ellerini ve yüzünü konuşturacaktır.

Türk işaret dilinin tarihi, 16. yüzyıllara Osmanlı Devleti’ne kadar uzandığı bilinmektedir. O zamanlar Osmanlı mahkemelerinde işaret dilinin kullanıldığına dair kanıtlar mevcuttur. İlk İşitme Engelliler Okulu da 1902 yılında 2. Abdülhamit döneminde kurulmuş ve bu okulda işaret dili kullanılmıştır. İşaret dilindeki farklılıkların azaltılması için Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü 1995 yılında Yetişkinler İçin İşaret Dili Kılavuzu yayınlamıştır.

İşaret dili alfabesi sözlü dil alfabesinden farklıdır. Her dilin işaret dili de aynı değildir. Bulunduğu dilden etkilense de ondan farklı bir dildir. Türk İşaret Dili ya da kısa adıyla TİD, Türkiye’deki işitme engelliler tarafından kullanılan dildir. Diğer işaret dilleri gibi Türk İşaret Dili de Türkçeden etkilense de Türkçenin gramer yapısından farklı olarak kendine özgü bir gramer yapısına sahiptir.

Her işitme engelli işaret dili bilmemektedir. Ancak bilenler de pek çok yerde kendini ifade etmekten uzaktır. Çünkü çevrede işaret dili bilen ve anlayan kişi sayısı yok denecek kadar azdır. İşitme engelliler pek çok yerde olduğu gibi kamu kurum ve kuruluşlarında iletişim derdini anlatamamaktadır. Çünkü işaret dili bilen personel yoktur. Bu ne zor bir durumdur. Bir yerdesiniz konuşamıyorsunuz, işaret dili ile bir şeyler anlatıyorsunuz ama anlaşılmıyor. Yabancı bir ülkede dil bilmeden kalmak gibi...

İşaret dilinin kolayca öğrenildiği ve çok eğlenceli olduğu söyleniyor. İşitme engelli olmayanların da; hele de iletişimin yoğun olduğu işlerde çalışıyorsa bu dili öğrenmesinde yarar var. Bu dili öğrenip, işitme engellilere yardımcı olmak ne büyük anlam taşır. Hayatı boyunca bir tek işitme engelli ile iletişim kursa bile, buna değmez mi?

ALİYE YÜCEL

10 Haziran 2012 Pazar

GÖRME ENGELLİ YOLU


Aynı haberi birkaç yerde görünce ilgimi çekti. “Görme Engellilere Fıkra Gibi Yürüyüş Yolu”, “Bu da Laz’ın Görme Engelli Yolu”, “Karadeniz Usulü Görme Engelli Yolu” gibi manşetlerle yer alan haberlerde; Trabzon’da görme engellilere yapılan yolun sonunun duvara çıktığı anlatılıyordu! Bu nedenle yoldan giden görme engelliler de duvarlara çarpıyormuş… Gerçekten tam Temel Fıkrası gibi…

Bilmeyenlere ve “Görme engellilere göre yol nasıl olur?” diye düşünenlere: Bu yol hissedilir bir zemin! Görme engellilerin dokunma duyusuna hitap ederek; yönlendirmek ve engeller konusunda uyarmak için zeminde tasarlanmış kabartma dokulu yüzeylerden meydana geliyor. Görme engelliler bunu ayak tabanları ve beyaz bastonlarıyla hissedebiliyor. Böylece rahat bir şekilde yürüyebiliyor.

Hissedilir yüzey ilk kez 1965 yılında Japonya’da bulunmuş ve 1967 yılında Okayama Görme Engelliler Okulu’nun yanındaki yolda uygulanmış... Daha sonra diğer ülkelerde de yayılmaya başlamış… Avrupa Birliği normlarına göre; bu yollarda uzun çizgiler yolun devam ettiğini, yuvarlak kabartmalar ise yolun bittiğini gösteriyor. Ne güzel bir buluş… Ne güzel bir kolaylık… Görmüyorsun, yolda yürüyorsun ve bastığın yerden yolun bitip, bitmediğini anlıyorsun!


Gelişmiş ülkelerde; ülkelerin kendi özelliklerine göre hazırlanmış olan hissedilebilir yüzeyler kullanılırken, Türkiye’de standardın eksikliği nedeniyle farklı uygulamalar yapıldı. Bu nedenle ülkemizde; görme engellilerin yaya yollarında ve kamusal alanda bağımsız ve güvenli hareket edebilmeleri için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından "Hissedilebilir Yüzey Çalıştayı" düzenlendi.

Trabzon’da görme engellilere yapılan yürüyüş yolu onlara zor anlar yaşatmış ve basına da malzeme olmuş, ancak baktığımızda pek çok yerde de bu yollar var ama üzerine engeller konuyor! Bu yollar; bazen dükkan önlerindeki çeşitli malzemelerin, bazen manav tezgahlarının, bazen de restoranların masa ve saksılarının altında kalıyor ya da üzerine park ediliyor.

Görme engellilere yürüyüş yolu yapıp bunun üzerine engeller koymak tam bize göre… O yolu takip edip bir yere gitmek mümkün değil… Belki de kasıt yok. İnsanlar bilmiyor! Bu yolların görme engelliler için yapıldığını; onların yürümesini ve bağımsız hareketini kolaylaştırdığını… Bu yüzeylerin üzerini kapattığımızda onların hayatını zorlaştırdığımızı, hatta hayati tehlikeye sokacağımızı… Umarım bundan sonra herkes bu konuda biraz daha dikkatli olur!

Engellilerin de herkes gibi ve herkesle birlikte, yaşamın tüm alanlarındaki hak ve hizmetlere ulaşabilmesi ve bunlardan yararlanabilmesi için, hissedilir yüzeyler her kaldırımda olmalı… Görüyoruz ki kaldırımlar devamlı yenileniyor. Yenileme yapılan her yere bu uygulama yapılmalı… Görme engellilerde sokağa çıkıp rahatlıkla yürümeli… Sosyal hayata katılmaları kolaylaşmalı…


ALİYE YÜCEL

3 Haziran 2012 Pazar

PROTEZ BACAKLI MANKEN


Başlığı okuyunca inandırıcı gelmiyor. Hiç protez bacaklı manken olur mu? Ama olmuş işte… Aimee Mullins, mankenlik gibi fiziksel özelliklerin ön planda olduğu bir mesleği protez bacaklarla sürdürüyor. Zaman zaman çelik protez bacaklarla fotoğrafını gördüğüm bu güzel kadının hayat hikayesi ilgimi çekiyor.  

Amerika’da dünyaya gelen Aimee’nin doğuştan kaval kemikleri eksikti. Bu nedenle iki bacağı da henüz bir yaşında iken kesildi. Defalarca ameliyat geçiren Aimee, çocukluğundan beri protez bacaklarla yaşıyor. Aimee, yaşıtlarının alaylarıyla yüzleşince en büyük korkusu acınmak olmuş! Ailesinin çabaları ve desteğiyle mutlu bir çocukluk dönemi geçirmiş. Annesi, ona hep inanılmaz şeyleri yaşamak için yaratıldığını söylüyormuş… Tahmini doğru çıkmış…

Yükseköğretimini Dramatik Sanatlar dalında tamamladıktan sonra Uluslararası İlişkiler Bölümü için burs kazanmış… ABD Savunma Bakanlığı’nda 7 yıl çalışmış… Akademik başarılar ona yetmemiş… Engellilerle ilgili bir eğitime katıldıktan sonra “Tekerlekli sandalyede yaşayanlarla yarışmak, bana göre değil. Ben normal, iki bacağı olanlarla yarışmak istedim. Bunun için iki kattan daha fazla enerji sarf etmek gerekiyordu. Ama başardım” diyor.

Aimee Mullins, 1996 yılında 20 yaşında iken Atlanta’da düzenlenen Engelliler Olimpiyatları’na katılıyor. Protez bacaklarla 100 metre koşu ve uzun atlamada iki rekor kırıyor. Söylediğine göre, bu rekorların bir olay olarak algılanmasından memnun olmamış! Çünkü hayatı boyunca farklı olmamak için uğraşmış! Bu rekorlarla kendisini, kendi hariç kimseye kanıtlamak istememiş!

Aimee’nin hayatı, gelen sürpriz bir davetle değişmiş... Givency’nin tasarımcısı İngiliz Modacı Alexander McQueen ona modellik teklif etmiş... Aimee bu teklifi “Ancak, gözyaşı istemiyorum!” şartıyla kabul etmiş... Çünkü acıma duygusu uyandırmaktan korkmuş... Bir süre sonra Londra’daki bir defileye protez bacaklarıyla çıkmış ve podyumda herkesin beğenisini kazanmış…


McQueen’in, Aimee’ye modellik teklif ettiğini okuyunca, McQueen’in ne kadar cesur biri olduğunu düşünüp, takdir ettim. Öyle ya, kim engelli birini manken olarak düşünebilirdi. Böyle bir seçim herkesin harcı değildi! Ama o, Aimee’nin sakatlığını reklam aracı olarak kullanmakla suçlanmış…

McQueen,  Aimee’yi model yapmasını ve onu hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklıyor: “Aimee’nin diğerlerinden farkı yoktu. Engellilerin kendi imkanlarının bilincinde olmalarını, durumlarını daha pozitif görmelerini diliyorum. Aimee’yi görünümüne göre değil, kişiliğine göre seçtim! Vücuttaki değil, ruhtaki hasarı dikkate aldım! Aimee, inanılmaz derecede cesur ve yiğit biri. Engelliler Olimpiyatları’na katılmış büyük bir koşucu, atlet. Mizah duygusu çok güçlü… Ama benim daha çok sevdiğim yönü, hayatla yüzleşirken gösterdiği cesaret! Yeteneklerini çok iyi kullanıyor. Benim amacım insanları rahatsız etmek değil, onlara güzelliğin nerede olduğunu göstermekti! Dışarıda dolaşan bir sürü güzel görünümlü insan var. Ama başkalarına sunabilecekleri hiçbir şeyleri yok!”

Aimee ise bu konu ile ilgili şunları söylüyor: “İnsanların, sakatlığıma rağmen güzel olduğumu değil de, sakatlığımdan dolayı güzel olduğumu düşünmelerini istemiyorum! Şimdi insanların şu sorunun cevabı üzerine düşünmelerini istiyorum: Güzel nedir? Çirkin nedir?”

Bacaklarının protez olduğunu pek çok insanın fark etmediğini, bunu kendine güvenli yürüyüşü sayesinde başardığını söyleyen güzel top modelin hayatını kolaylaştıran 20 civarında farklı protez bacağı var! Gittiği yerlere bu farklı işlev ve boylardaki protez bacaklarını da götürüyor. Bunları farklı amaçlarla kullanıyor. Kimini davetlerde, kimini günlük yaşantısında, kimini de koşarken…

Ünlü isimlerle çalışan kozmetik devi L’Oreal de marka yüzü olarak iki bacağı olmayan Aimee’yi seçmiş! Aimee’nin seçilmesi ayrı bir anlam taşıyor. Çünkü o sadece güzelliği değil, güçlülüğü de temsil ediyor. Aimee, “Bacaklarımın olmamasına isyan etmediğimi söyleyemem. Ancak “yokluk” hırsa dönüştü. Bedenime hakim oldum. Farklı olmayı kabul etmedim ve kendimi sevdim” diyerek bize başarısının sırrını açıklıyor.


ALİYE YÜCEL


28 Mayıs 2012 Pazartesi

İŞ GÖRÜŞMESİNDE KAYBETMEMEK İÇİN...


Biliyoruz ki iş bulmadaki en önemli aşama iş görüşmesidir. İş görüşmeleriyle ilgili belirli kurallar vardır. Görüşmeye vaktinde gitmek, doğal olmak, görüşmeyi yaptığımız kişiyi dikkatli dinlemek ve sorularına net cevaplar vermek gibi… Ancak bir engelli olarak dikkat etmemiz gereken başka kurallar da var!

Bir engelli olarak iş görüşmesine giderken, öncelikle engelli olduğumuzdan dolayı olumsuz bir takım düşüncelerden arınmamız gerekir. Özgüveni koruyarak yapılacak iş görüşmesi çok daha olumlu olacaktır. Görüşmeyi yaptığımız kişiye potansiyelimizi, sorumluluk sahibi olduğumuzu, istekli olduğumuzu, öz güvenimizi, engelli bir birey olarak verilecek görevi en iyi yapabileceğimizi anlatabilmeliyiz. Özgüvenimizi işverene de yansıtmalıyız. Engellimizi değil, beceri ve deneyimlerimizi ön plana çıkartmalıyız.

Öncelikle engelli olduğunuz için fiziksel görünümünüzden dolayı, dikkat etsem de etmesem de engelliyim, mantığında kesinlikle uzak durmamız gerekir. Görünüşümüze, giyimimize özen göstermeli ve eğer mümkünse iş başvurusu yaptığımız şirkete uygun giysilerle gitmeliyiz.

Görüşmeye çağırıldığımız şirketin bize sağladığı ya da sağlayacağı imkanlar (ulaşım, bedensel engelliysek şirketteki mimarinin engelinize uygunluğu, yemek, sosyal güvence gibi) hakkında önceden bilgi edinmeli, neden o şirkette çalışmak istediğimiz sorulduğunda da uygun cevaplar vermeliyiz. Böylelikle orada çalışmaya istekli olduğumuzu karşımızdakine yansıtmalıyız.

İş görüşmesi sırasında engelli adaylara yöneltilen en yaygın sorulardan biri engellinin işveren için bir problem ya da özel bir talep getirip getirmeyeceğidir. Kesinlikle engellimizi duygu sömürüsü ya da duygusal bir beklenti aracı olarak kullanmamalı ve karşımızdakinin böyle anlamlar çıkarmaması için çok dikkat etmeliyiz. Engellimizi kullanarak ayrıcalık istememiz, duygu sömürüsü yapmamız, engellimizi ön plana çıkarmamız gibi yanlış anlaşılmalardan ya da ön yargıların meydana gelmesinden kesinlikle kaçınmalıyız.

Engellimizin bizi kısıtlayabileceği durumları bize sormadıkları sürece anlatmamalıyız. Bu ilk anda olumsuz bir ön yargı oluşturabilir. Ancak çalışma ortamında ihtiyaç duyabileceğiniz (görme engelliler için ekran okuma programı gibi) gereksinimlerimizi belirtebiliriz.

Engelli olarak sahip olduğumuz vasıflar ve verilecek görevleri göz önüne alarak bize sorulacak bir soruda ne kadar ücret talep ettiğimizdir. “Benim için fark etmez” ya da “Siz ne kadar takdir ederseniz” gibi cevaplar yerine, istediğimiz iş pozisyonuna farklı şirketlerde ne kadar maaş verildiğini öğrenip, işveren soruyu sorduğunda belirlediğimiz aralığı vermeliyiz.

Eğer uygun bir iş bulmuş ve görüşmeye çağırılmışsak bu fırsatı mutlaka en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Görüşme aşamasına kadar gelebilmişsek, kaybetmemek için çaba göstermeliyiz. Unutmayalım iş aramakta ve bulmakta zor…

ALİYE YÜCEL

20 Mayıs 2012 Pazar

BİR DOSTLUK HİKAYESİ


Geçen hafta gösterime giren bir film var: Can Dostum (Intouchables - 2011). Fransa’da gişe rekorları kıran bir film… Yamaç paraşütü yaparken kaza geçirip boyundan aşağısı felç olan zengin Philippe ve ona bakmak için gelen, hapishaneden yeni çıkmış Driss’in hikayesini anlatıyor. Filmin konusu gerçek hayattan alınmış…
Film, dostluk üzerine kurulu… Normalde yan yana gelemeyecek farklı sınıf ve kişilikteki iki insan bir araya gelerek dostluğu yakalıyorlar. İnsana önyargısız yaklaşmanın en güzel örneğini veriyorlar. Bu ilginç ve samimi dostluk öyle etkili anlatılmış ki… Seyrederken yüreğinizden yakalıyor ve çok hoşunuza gidiyor.
Herkes, Driss’in bakıcılık için uygun olmadığını düşünürken, Philippe, ona inanıyor ve kendisine acımaması nedeniyle şans veriyor. Driss, Philippe’in yanına bakıcı olarak gelmiş biri… Ama ilişkilerine bakınca sadece para için yanında olmadığını anlıyorsunuz. Sadece bakımıyla değil, her şeyiyle ilgileniyor. Özel hayatıyla bile… İnsan seyrederken böyle bir dostluğun varlığına inanmak istiyor! Öz bakımını bile kendisi yapamayan birinin yanında böyle bir dostun varlığı insanı derinden etkiliyor. Bir umut ve mutluluk duyuyor. İnsanın içini sımsıcak yapıyor. Kendini iyi hissettiriyor…
Can Dostum’a çeşitli açılardan bakılabilir ve yorum getirilebilir. Ama bence filmin en başarılı yanları, boyundan aşağısı felçli birinin merhamet edilmesi gereken biri olarak değil de tutkuları, kaygıları olan bir insan olarak gösterilmesi ve engelli olmanın diğer insanlarla dostça, arkadaşça ilişki kurmaya mani olmadığını anlatmasıydı.

Filmdeki diyaloglar da çok şaşırtıcı… Philippe, Driss’e “Dört yanı felçli birini nerede bulabilirsin?” diye soru sorup, cevap olarak “Bıraktığın yerde!” diyerek içinde bulunduğu durumla ve kendisiyle dalga geçebiliyor. Başka bir sahnede ise ölen karısından bahsederken “Benim asıl engelim tekerlekli sandalyeye sahip olmam değil… Onsuz sahip olmam!” diyerek insanı derinden etkileyip, düşündürüyor. Asıl engelin, asıl zor olanın ne olduğunu sorgulatıyor!
Can Dostum’da oyunculuklarda çok mükemmel ve doğal… Philippe rolünde François Cluzet  felçli birini canlandırıyor ki, gerçekten tekerlekli sandalyeye bağımlı biri olduğuna inanıyorsunuz. Omar Sy’in Driss rolündeki sempatikliği, espritüelliği, serseriliği o kadar gerçek ki… Sanki kendi hayatını canlandırıyor!
Bu filmi çok sevdim. Afişine bakıp tekerlekli sandalye ve onu süren birini görüp yanılmayın! Sadece felçli bir adam ve ona bakıcılık yapan bir zencinin hikayesi değil... Çok şey anlatıyor. Üstelik bir engelli hikayesi, duygu sömürüsü olmadan ancak bu kadar eğlenceli anlatılabilir. Zaman zaman duygusal sahneler olsa da genellikle tebessüm ederek, gülerek izleniyor. İnsana dair, sıcak ve sıkılmadan seyredilecek bir film… Gerçek bir dostluk hikayesi...

ALİYE YÜCEL

13 Mayıs 2012 Pazar

BİR GÜNLÜK ASKERLİK HEYECANI


10-16 Mayıs Engelliler Haftası olarak kutlanıyor. Bu hafta içinde çeşitli kurum ve kuruluşlar engellilere yönelik pek çok etkinlik düzenliyor. Ama en anlamlılarında biri “Engelli Vatandaşlar İçin İsteğe Bağlı Temsili Askerlik Uygulaması”… Dünyada sadece ülkemizde yapılan bu uygulama ile silahaltına alınamayan engelliler askerliğini sembolik olarak yerine getiriyor ve bir günlüğüne de olsa askerlik heyecanını yaşıyor.

Engellilik ve askerlik yan yana olması imkansız iki kavram… Bunun bir günlüğüne de olsa birleştirildiğini görmek insanı etkiliyor. Askerlik pek çok engellinin içinde ukde olan bir durum… Askerliğe bakış çok önemli… Maalesef askerliğini yapmamış kişilere eksik, çürük, yarım gözüyle bakılıyor. Askere gidip “adam olsun” deniliyor. Askerliğini yapmayana “kız ve iş” verilmiyor. Amaç engelliyi bulunduğu çevre ile daha uyumlu bir hale getirmekse gerekli ve anlamlı bir uygulama… Türk Silahlı Kuvvetleri her yıl Engelliler Haftası’nda bu organizasyonu gerçekleştiriyor. Böylece engellilerin de birer vatandaş oldukları hatırlatılıyor.


Ordusu ile ün yapmış bir devlette, engelli oldukları için askere gidemeyenler için sembolik ve bir günlükte olsa o üniformayı giymek, selam durmak, yemin töreninde bulunmak ve o heyecanı yaşamak çok büyük anlam taşıyor. Askerlik yapamayan zihinsel, bedensel, görme, işitme engellilerin nizamiyeden içeri girmeleri bile büyük bir moral kaynağı… Kimi kol değnekleriyle, kimi beyaz bastonla, kimi de tekerlekli sandalyeyle gidiyor; törene katılıyor, komutanlardan katılım belgesi alıyor ve aileleriyle “askerlik hatırası” fotoğrafı çektiriyor. Pek çok şeyden mahrum kalmak zorunda kalan engellilerin mutlu bir anıları oluyor.

Bu uygulamaya katılım sadece engelliler için değil, aileleri ve yakınları için de çok önemli… Onlar için de bir gurur kaynağı… Oğullarının asker ocağına gitmesinin ve asker olmasının hayalini kuran pek çok anne ve baba yaşayamadıkları bu duyguyu kısa bir süre de olsa tadıyor. Tören geçişlerinde aileler çocuklarını alkışlarken mutlulukları ve gururları gözlerinden okunuyor. Engelliler ve aileleri arasında görülmeye değer duygusal anlar yaşanıyor.

“Engelli Vatandaşlar İçin İsteğe Bağlı Temsili Askerlik Uygulaması” medyada da çok yer alıyor ve ilgi görüyor. Yurdun çeşitli il ve ilçelerinde gerçekleştirilen temsili askerlik törenlerinde yaşananlar ekranlara da taşınıyor. Engelliler ve ailelerinin kısa sürelerde de olsa kışla ortamında bulunması ve bu hazzı tatması çok etkileyici… Hepsinin gözleri pırıl pırıl… Seyrederken insanın boğazı düğümleniyor… Gözleri yaşarıyor… Onların askerlik heyecanı bizlere de yansıyor.

ALİYE YÜCEL

6 Mayıs 2012 Pazar

BİR SINAV BÖYLE GEÇTİ


Geçen Pazar günü (29 Nisan) Özürlü Memur Seçme Sınavı yapıldı. Engelliler için ilk defa düzenlendiği için önemli bir sınavdı. Ama maalesef yetkililer sınavı geçemedi! Engelliler için özel olarak düzenlenen ÖMSS’de bile merdiven engeli ortaya çıktı! Asansör ve rampa olmadığı için adaylar salona ulaşmakta zorluk çekti. Mimari engellerden dolayı sınav salonlarına ulaşmak bedensel engelliler için eziyete dönüştü.
Bu durum haberlere de konu oldu. Tekerlekli sandalyede oldukları için merdivenleri görevlilerin, polislerin veya yakınlarının yardımıyla güçlükle çıkan adaylar… Koltuk değnekleriyle yüksek merdivenleri çıkmak zorunda kalanlar… Merdiven çıkamadıkları için karga tulumba taşınanlar… Anlaşılan o ki bedensel engelli adayları sınavdan çok merdivenler ve sınav salonlarına ulaşmak yordu.
Bir sınavdan sonra; sorular kolay mı, zor mu, yanlış soru var mı gibi konular konuşulur ve tartışılırken; Özürlü Memur Seçme Sınavı’ndan sonra sınav salonlarına ulaşmadaki zorluklar konuşuldu. Bedensel engelli adayların çektiği sıkıntılar dile getirildi. Çünkü burada en önemli şey unutulmuştu! Sınava gireceklerin engelli olduğu…
Özürlü Memur Seçme Sınavı’na girecek aday tekerlekli sandalyede ya da kol değnekleriyle çok zor yürüyor. Ama sınav salonu 3. katta… Şaka gibi… Bu nasıl unutulur? Bu kişiler başvuru sırasında Özürlü Raporu ile başvurmadılar mı? Bu sınav için 9 aydır çalışılmıyor muydu? Bunu düzenlemek çok mu zordu?

ÖMSS’ye başvuru sırasında da pek çok zorluk yaşanmıştı. O zorluklar bir şekilde aşıldı. Ancak bu çok daha kötü bir durum… Bir yanda sınava girmenin psikolojisi bir yanda, erişebilirlik problemi… Kucaklarda taşınmak zorunda kalmak… Çık çık bitmeyen merdivenler… Ne büyük bir stres… Yaşamayan bilemez! Sınav öncesi sıkıntı çekmek ve yorgun düşmek ne kötü… Kendimden biliyorum. O merdivenleri çıkmak, oturup soru çözmekten daha zor olabiliyor!
81 ilde gerçekleştirilen bu sınav için toplam 968 bina tahsis edilmiş… Biliyoruz ki sınav merkezi olan pek çok bina ortopedik engellilerin erişimine uygun değil. Rampası ve asansörü olan bina yok denecek kadar az… Pek çok yerde bunu düzenlemek çok güç, hatta imkansız. Ama en azından ortopedik engelli adayların sınav salonları giriş katında olabilirdi. Bunun mutlaka düşünülmesi gerekiyordu. Bunu düzenlemek çok mu zordu?
Engelliye sınav stresi dışında başka stres daha yaşatan bir sınav böyle geçti. Dileriz bir sonraki sınavda gerekli çalışmalar yapılır ve bu sorunlar tamamen ortadan kalkar. Özür gruplarına göre farklı sınav uygulamalarının gerçekleştiği Özürlü Memur Seçme Sınavı’nda bedensel engellilerin erişim konusu unutulmaz!

ALİYE YÜCEL

29 Nisan 2012 Pazar

SAKATLIK İZDİVACA MANİ...


Eski Türk filmlerindeki engelliler; hep acınacak, zavallı, dışlanması gereken veya alay edilen kişilerdi. Öyle kötü bir durumdaydılar ki yaşamaları bile gereksizdi! Türk filmlerindeki sakat kalan oyuncular eşi veya sevgilisi tarafından mutlaka terk edilirdi. Ya da bir vesile ile sağlamlaşırdı! Çünkü aksini düşünmek imkansızdı. Yani sakat biri ile sağlam biri asla sevgili olamaz, evlenemezdi. Sakatlık “izdivaçlarına mani” olurdu! Hiçbir yerli filmde kör görmeden, kötürüm yürümeden “Son” yazmazdı!

Oyuncu, tekerlekli sandalyedeki veya gözleri görmeyen sevgilisini görünce ne yapacağını şaşırır, ne söyleyeceğini bilemez ve kaçar giderdi… İşin en garip yanı ise; çevresindekilerin sakatlanan kişiyi zavallı ve acınacak biri olarak görmesi değil, bu durumu yaşayan kişinin de böyle düşünmesiydi! Yani, kanıksanmış çaresizlik vardı!

“- Ben artık yarım bir insanım!”
“- Ben kör bir gencim. Rica ederim duygularımla oynamayın!”
“-Sakat bir kıza gönderilen çiçeğin şefkatten başka ne anlamı olabilir?”
“- Ben bu sakat halimle seni mutlu edemem! Sen git…”

Bu örnekler sayfalarca uzatılabilir… Filmde bu replikler, böyle bir trajedi olunca biz de şunu anlardık: Kör, koltuk değnekli ya da tekerlekli sandalyedeki bir kişiyle evlenmek ve onunla yaşamak karşı tarafı “bedbaht etmek” için yeterli bir sebeptir! Eşinden, sevgilisinden mutlaka kaçıp gitmesi ve “bu bahsi burada kapatması” gerekir! İşte Yeşilçam’ın engelliye bakışı budur!


Film izlerken pek çok kişi kendini oyuncunun yerine koyar, kendini onlarla özdeşleştirir. Gelin, şimdi Türk filmlerini izleyen engellileri bir düşünelim. Kendini yerine koyduğu kişi bir zavallı! Terk edilmeye mahkum, yaşaması bile suç! Sakat olan kişi asla sevilemez, evlenemezdi! Ancak mucizevi bir iyileşme olursa bu hakka sahip olabilirdi! Senaristler, yapımcı ve yönetmenler engellilere hep bunu gösterirdi! Bu engelliler için ne büyük bir yıkım…

Bu nedenle şimdi her seyrettiğim film ve dizilerde engelliler varsa onların nasıl sunulduğu beni çok ilgilendiriyor. Maalesef engelli olup, seyrettiğimizde mutlu olacağımız filmler çok az… Engelliyi toplumda aşağılanan, küçük görülen, acınan biri olmaktan çıkarabilmek ve olumlu bir duygu beslememizi sağlayabilmek çok önemli...

Eski Türk filmleri çok sevilir ve seyredilir. Ama engellilerin bu olumsuz sunumunu da herkes bilir. Böyle senaryo yazdıklarına ve böyle film yaptıklarına göre böyle düşünülüyor demek ki... Ne sakat bir düşünce! Oysa engelliler de herkes gibi normal bir yaşam sürdürebiliyor. Milyonlarca insan ömür boyu engelli olarak yaşıyor. Bu nedenle artık bunu yansıtan filmler ve diziler çekilmeli… Oyuncu engelliyse sevdiğinden ayrılmamalı… Sakatlık izdivaca mani olmamalı…

ALİYE YÜCEL

21 Nisan 2012 Cumartesi

YAŞAMA SEVİNCİ BİTTİ!


1989 yılıydı, Yaşama Sevinci Dergisi’nin çıktığını öğrendiğimde çok sevinmiştim. Engelliler için hazırlanan derginin ilk sayısını almış ve abone olmuştum. Bir gün derginin sahibi A. Faruk Öztimur’la tanıştım. Bir dergiye yazı yazdığımı söylediğimde “Gel bizim dergide çalış…” demişti. Bu teklif beni çok mutlu etti. Hemen kabul ettim ve dergide çalışmaya başladım. Derginin ofisinde aynı zamanda hedef kitlesi engelliler olan ve TRT’de yayınlanan “Her Şeye Rağmen” programının çalışmalarını da yapıyorduk. İlk işimdi ve benim için çok önemli günlerdi.
Geçtiğimiz Salı günü ölüm haberini aldığım Faruk Bey’in yanında 2 yıl kadar çalıştım. İlk patronumdu. Kendisiyle barışık ve hayat dolu bir insandı. İyi kötü ne günlerimiz oldu! Bana engellilik bilincini aşılayan, bu alanda aşılacak çok yol olduğunu gösteren o oldu. Bugün hala bu konu da bir şeyler yapmaya çalışıyorsam onun sayesindedir.
Kendisi de bedensel engelli olan Ahmet Faruk Öztimur, engellilik ve engelli hakları denilince akla gelen ilk isimdi. Engelli sorununu gündeme taşıyan ve engellilik hareketini ilk başlatanlardandı. Türkiye’de engelli hakları konusunda bir şeyler yapılıyorsa onun sayesindedir. Engellilere yönelik “Her Şeye Rağmen” programını hazırladı ve sundu, engelliler için hazırlanan ilk dergi olan “Yaşama Sevinci Dergisi”ni çıkardı. Dergide Braille Alfabesi’yle yazılmış bölüm de bulunuyordu. Türkiye’de ilk kez engellileri spora yönelten bir çalışma yaparak “Yaşama Sevinci Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı”nı kurdu. Engelliler için pek çok organizasyonlar düzenledi.

Faruk Öztimur, siyasetçiler tarafından tanınır ve sevilirdi. 1994 yılında Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanlığı'na seçildi ve 2007 yılına kadar tam 13 yıl bu görevi sürdürdü. 1999 genel seçimlerinde ANAP’tan milletvekili adayı oldu. Ancak seçilemedi. Dönemin Başbakan Yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı tarafından önerilerek Başbakanlık Müşaviri oldu ve 2006 yılına kadar bu görevde kaldı.
Ahmet Faruk Öztimur, Antalya’da otomobilinin denize düşmesi sonucu boğularak 51 yaşında hayatını kaybetti. Bu haber medyada çok farklı şekillerde yer aldı. “Konfederasyon Başkanı Göz Göre Göre Öldü”, “Ahmet Faruk Öztimur Otomobille Denize Uçtu”, “Engelli Bir Yaşam Sulara Gömüldü”, “Kaza Değil, Ölüme Sürdü”, “Engellilerin Eski Başkanı İntihar Etti” gibi çok çeşitli manşetler atıldı. İntiharı için de, lösemi teşhisi kondu buna dayanamadı, ekonomik sorunları vardı, hayatın yükünü taşıyamadı gibi sebepler yazıldı.
Hayatını engelli haklarına adayan biri olan Faruk Öztimur’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Mekanı cennet olsun. Allah ona rahmet eylesin ve yakınlarına da sabırlar versin. Ölümü başka bir sebeple de olsa yine çok üzülürdüm. Ama böylesi çok sarsıcı oldu ve daha acı geldi. İnsan inanamıyor. Dergideki önsözünü “Yaşama sevinciniz artsın, eksilmesin” diye bitirirdi. “Her Şeye Rağmen” ve “Yaşama Sevinci” diyen biri intihar eder mi? Yaşama sevinci bir gün biter mi?

ALİYE YÜCEL

15 Nisan 2012 Pazar

HELEN KELLER'İN SESSİZ VE KARANLIK DÜNYASI


Yazıma başlamadan birkaç soru sormayı ve cevaplarını düşünmenizi istiyorum…

İşitme engelli birinin dünyayı algılarken kullandığı en önemli duyu nedir?
Cevap: “Görmek” olmalı…
Görme engelli biri dünyayı nasıl algılar?
Bunun cevabı da “Duyarak” olmalı…
Peki, hem görme, hem de işitme engelli olursa ne yapar? Nasıl algılar?
Bir an düşündünüz değil mi? Ben de Helen Keller'in hem kör, hem sağır, hem dilsiz olduğu öğrendiğimde uzun bir süre düşündüm. Dünyayı nasıl algılamış olduğunu çok merak ettim. Nasıl algılamış ve bu algısını nasıl aktarmış? Bir insanın, hem duymadığını, hem görmediğini ve hem de konuşamadığını düşününün…
Dünyaca ünlü Amerikalı pedagog Helen Keller, 1880 yılında sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Ama geçirdiği ateşli bir hastalık onu görme, işitme ve dolayısıyla konuşma engelli haline getirdi. Böylece sessiz ve karanlık bir dünyada kaldı. Çevresindekilerin konuştuklarını onların dudaklarına dokunarak fark etti. Ama ne onları anladı, ne de konuşabildi. İnsanlarla iletişim kurmak istiyor, kuramıyor ve çok sinirleniyordu.
Helen, eğitim çağına geldiğinde ailesi onun iyi bir eğitim almasını istedi ve Graham Bell ile temas kurdular. Graham Bell, telefonun icadından sonra kendini sağır çocukların eğitimine adamıştı. Bell sayesinde kendisini de görme engelli olan Anne Sullivan’dan eğitim almaya başladı. Anne Sullivan, Helen’in kontrolsüz davranışlarının insanlarla iletişim kurmasıyla düzeleceğine inandı ve hemen bu yönde çalışmaya başladı. İşaret dilini ve Braille Alfabesi’ni Helen’e öğretti. Helen’e nesneleri öğretmek için eline yazılar yazıyor, nesnelere dokunmasını ve böylece onların ne olduğunu algılamasını sağlıyordu. Helen öğrenmeye “su” sözcüğünden başladı. Öğretmeni Anne, Helen’i tulumbanın yanına götürüp tulumbadan su çekmiş, Helen’in elini oraya tutmuş ve hemen ardından eline “su” yazmıştı. Yani, suyu öğretmek için suya, toprağı öğretmek için toprağa dokunmasını sağladı. Helen, görme ve duyma duyularının yerine dokunma ve koklama duyularını kullanarak insanları, canlıları ve hayatı anlamaya çalıştı. Anne Sullivan, Helen’in gözü, kulağı ve sesiydi. İkisi daima beraberdi. Bu bize bir engelli için özel eğitimin, azmin ve sabrın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Helen, Körler Okulu’ndan sonra Sağırlar Okulu’na da gitti. Anne Sullivan, bu okulda da onun yanında olup tercümanlığını yaptı ve ona destek oldu. Öğretmenlerin anlattıklarını Helen’in ellerine çizerek anlamasını sağladı. Braille Alfabesi’yle yazdı, Helen bunları okudu. Öğrenmeye çok istekli ve zeki bir öğrenciydi. Doğuştan ve çok küçük yaşta sağır olanların çok zor öğrenebileceği konuşmayı bile öğrendi. Okulundan lisans derecesi alan, ilk kör ve sağır öğrenci olarak mezun oldu. Öğrendiklerini anlatmaya başladı ve hatta Braille Alfabesi’yle kendi hayatını yazdı. Bunu “Hayatımın Hikayesi” adı ile kitaplaştırdı ve kitap 50 dile çevrildi.
Helen, mezun olduktan sonra hayatını, engellilerin eğitimine ve onlara yaşama sevinci aşılamaya adadı. Engelliler için eğitimin çok önemli olduğunu ve eğitimle tüm zorlukların aşılacağını anlatan çalışmalar yaptı. Beş dil bilen, satranç oynayan, yüzen, bisiklet, kano ve yelkenli ile gezintiye çıkan Helen, binlerce engellinin hayata tutunmasına sebep oldu. Amerika ve davet edildiği deniz aşırı ülkelerde, konuşarak ya da işaret diliyle verdiği konferanslarda geniş kitleleri etkiledi. Helen Keller, felsefe alanında doktora yaptı ve hayatı boyunca pek çok üniversiteden onursal doktora derecesi aldı. Braille Alfabesi’yle makaleler yazdı, sözleri tüm dünyaya yayıldı ve 11 kitaba imza attı.
Helen Keller, 50 yıl boyunca hep yanında olup ona destek olan Anne Sullivan’a çok şey borçluydu. Helen’in bu örnek hayatı yapımcılardan da kaçmadı ve hayatı beyazperdeye de aktarıldı. Amerika’nın büyük ödülü Özgürlük Madalyası’nı aldı. 1968 yılında dünyadan ayrılan Helen Keller, 88 yıllık hayatına sayısız başarı sığdırdı. Helen Keller’in ölümünden bu yana 44 yıl geçmesine rağmen başardıkları, örnek hayatı ve mücadelesi onu efsaneleştirdi. Hikayesini ve yaptıklarını okuyunca kör, sağır ve dilsiz bir insan bunları nasıl yapabilir diye düşünmemek elde değil. Ama anlıyoruz ki engel gibi görünenler, engel olmayabilir! Sessiz ve karanlık bir dünyada bile çok şey yapılabilir!

ALİYE YÜCEL

8 Nisan 2012 Pazar

HAYATTAN RENGİ ALIN...


"Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” İzlemişsinizdir. Bu Filli Boya’nın 2012 reklam sloganı… Ünlü besteci ve piyanist Fahir Atakoğlu piyanonun başında… Ve kendisine eşlik eden ünlülerle bu sloganı söylüyorlar. Daha doğrusu önce söyleyemiyorlar! Sonra Fahir Atakoğlu’nun ikazlarıyla söyleyebilecekleri en güzel biçimde söylüyorlar… Ünlüler ise Selçuk Yöntem, Zerrin Tekindor, Tülin Şahin,  Buğra Gülsoy ve Gupse Özay.

Duyduğumda melodi çok hoş geldi ve dilime de pelesenk oldu. Gelelim bu sloganın beni niye bu kadar rahatsız ettiğine! Sloganı tekrarladıkça; Hayat sadece renk midir? Renk giderse hayattan geriye bir şey kalmaz mı? Öyleyse, görme engelliler için hayatın bir anlamı yok mu? Onlar için geriye hiç bir şey kalmamış mı? Soruları aklıma takıldı. Bunları kendi kendime tekrarlayınca da, ne kadar talihsiz bir slogan olduğunu düşündüm.

Bir boya reklamı için “renk” tabii ki önemli bir unsur… Bu tamam… Anlaşılan bunu da vurgulamak istemişler. Ancak, bunu vurgularken bir kesim insanı hiç düşünememişler. Belki de komik duruma düşmüşler! Komik diyorum. Çünkü tanıdığım pek çok görme engelli bunu duyunca, bunlar ne saçmalamış diye düşünmüştür… Gerçekten ne düşündüklerini çok merak ettim. Görme engelli biri bu sözleri duyduğunda ne der? Etkilenip üzülmüş müdür? Yani hayattan rengi alınca bir şey kalmıyormuş! Vah vah! Biz bir hiçlik içinde yaşıyormuşuz! Demişler midir? Sanmıyorum. Ama sonuç ne olursa olsun. Bir reklam filmi hazırlanıyor ve görme engelliler açısından bakılamıyor!


Bu sloganı yazarken görme engellileri düşünmemişler tamam… Bunu anladık. Bu reklam filmini hazırladıklarına göre, şimdi de hayatın onlar için renksiz olduğunu sanıyorlar herhalde! Görme engellilerin hayatı yokmuş ya da görme engelliler hayatta yokmuş gibi davranmak çok büyük yanlış! Renkler olmasa da görme engellilerin hayatları öyle renkli ki… Buna bizzat şahidim.

Yine slogana gelelim. “Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” Geriye ne kalır? Ses kalır, koku kalır, his kalır… Ve daha pek çok şey kalır… Yani vurgulanmak istenildiği gibi renkler olmadan hayat bir şey ifade etmiyor, geriye hiç bir şey kalmıyor demek doğru olmaz. Unutmayalım hayatı ve renkleri görmeden yaşayanlar var. Görmediği halde kitap yazan, beste yapan, hatta hatta resim yapan kişilerin olduğunu hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum?

Son olarak şunu yazmadan da edemeyeceğim. Bahsettiğim reklam filmi; bol ışıklı, ışıltılı ve çok renkli falan ama sonunda bana hoş gelen, beni etkileyen melodisi oldu. Demek ki neymiş! Rengin önüne geçen şeyler varmış… Hayatta bazen renkler olmadan da oluyormuş!


ALİYE YÜCEL

1 Nisan 2012 Pazar

LIONEL MESSI SAKATLANDI!


“Leo Messi engelli olsaydı…” adıyla gösterilen spot filmde dünyanın en iyi futbolcusu olarak kabul edilen Messi’yi protez bacaklarla top sektirirken görünce çok şaşırdım! Lionel Messi’nin karşısında da, araştırınca adının Soufian olduğunu öğrendiğim dünya tatlısı bir çocuk vardı. Messi, FC Barcelona Kulübü’nün engellilere destek için düzenlediği kampanya için 11 yaşındaki bedensel engelli Soufian ile kamera karşısına geçmişti.
Faslı bir çocuk olan Soufian Bouyinza, Laurin-Sandrow denilen ve son derece nadir görülen genetik bir hastalık nedeniyle her iki bacağını da kaybetmiş… 8 yaşından bu yana protez bacaklarla yürüyor. Soufian mutlu, yaşama sevinci dolu ve sürekli gülümseyen bir çocuk… Bacaklarının olmaması onun büyük bir futbol tutkunu olmasını engellememiş! Bir Messi hayranı olan Soufian’ın en büyük hayali, kahramanı olan Messi ile tanışmakmış ve bu rüyası gerçek olmuş... Soufian ve Messi ile bir araya gelince duygusal ve unutulmaz anlar yaşanmış… Ayrıca Messi, Barcelona-Osasuna maçında attığı bir golü de Soufian’a armağan etmiş…
Şimdi gelelim engellilere destek için yapılan 40 saniyelik spot filme… Arjantinli golcü Messi ve Soufian, Barcelona takımının formalarıyla sahadalar… Ekranı ikiye bölen bandın altında Messi protez bacaklarla (!) Soufian ise normal bacaklarla top sektiriyorlar! Hayatını bacaklarıyla kazanan bu kadar ünlü bir futbolcuyu protez bacaklarla görmek insanı çok etkiliyor! Soufian ise hayranı olduğu Messi ile karşılıklı olarak top sektirirken öyle heyecanlı ve öyle mutlu ki… Görülmeye değer!

Hayat hikayesine baktığımızda, Messi’nin çocukluğu da tıbbi zorluklar içinde geçmiş! 11 yaşında iken Büyüme Hormonu Eksikliği teşhisi konulmuş… Çok masraf gerektiren bu hastalığının tedavisini ailesinin karşılaması çok zor olduğu için Barcelona Kulübü tarafından karşılanmış ve Messi o dönem kulübün genç takımında oynamaya başlamış… Barcelona Kulübü, Messi’ye güvenip bu desteği vermiş ve çokta iyi de yapmış… Şimdi bakıyoruz ki her iki tarafta kazançlı çıkmış!
Engellilere destek için Soufian’la kamera karşısına geçen Messi, 2007 yılında fakir çocukların eğitim ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamak için Leo Messi Vakfı’nı kurmuş… Messi, çocuklarla ilgili kampanyalara büyük destek oluyor. İnsan bu duyarlılığı karşısında duygulanmadan edemiyor. Belki de çocuklara ve engellilere karşı duyarlılığı kendi çocukluğunda yaşadığı sıkıntılar ve verdiği mücadeleden kaynaklanıyor.
Barcelona Kulübü Vakfı sportif başarılarının yanında sosyal sorumluluk projeleriyle de tanınıyor. Yıllardır forma reklamı almamasıyla meşhur Barcelona bunu “hayır işi” için bozmuş ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNICEF’in logosunu formalarına almış... Hala da formalarının arkasında UNICEF logosu var. Kulüp bedensel engelliler için yaptığı destek kampanyasında Leo Messi’den başka Viktor Sada, Victor Tomas ve Marc Torra ile de çalışmalar yapmış…
Bizde de; Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi büyük Türk kulüpleri ünlü futbolcularıyla engelliler için bir kampanya düzenleseler ne kadar anlamlı olur. Böyle bir sosyal sorumluluk projesi ne büyük bir ses getirir. Böylece futbolcu ve yöneticilerin bulundukları konumu şöhret, kariyer ve kazanç kapısı olarak görmedikleri de anlaşılmış olur!

www.somelquefem.cat

ALİYE YÜCEL

25 Mart 2012 Pazar

TEK GÖZ İÇİN...


Bir adam düşünün sol gözü hariç tüm vücudu felç olmuş! Tek gözle hayata tutunuyor. Bu göz onun insanlarla, dünyayla ve hayatla tek bağlantısı... O, vücudunda hükmettiği tek organı ve tek iletişim kanalı olan gözünü kullanarak insanlara ulaşmayı başarıyor. Üstelikte gözüyle bir kitap yazıyor! “Kelebek ve Dalgıç” filmi tek bir gözle hayata tutunan bir adamın dramını anlatıyor.

Film, Elle Dergisi Editörü Jean-Dominique Bauby’nin gerçek hayat hikayesinden alınmıştır. Jean-Do, 1995 yılında 43 yaşındayken geçirdiği beyin kanaması nedeniyle derin bir komaya girmiş, çıktığında ise tıpta Locked-in Syndrome (içeride kilitli kalma sendromu diyebiliriz) adı verilen bir hastalıkla karşı karşıya kalmıştır. Sol gözü ve zihinsel yetenekleri hariç tüm vücut fonksiyonlarını kaybetmiştir.

Film, Türkiye’de “Kelebek ve Dalgıç” ismiyle gösterime girmiş… Ama kesinlikle “Kelebek ve Dalgıç Giysisi” olmalıydı! Çünkü yazarın anlattığı bu… Bildiğimiz dalgıç kıyafeti değil de; eskiden kullanılan, içinde hareket etmenin çok zor olduğu, ağır dalgıç giysisi… Kastedilen işte bu… Çünkü yazar böyle bir giysi içinde kaldığını ve onun içine hapsolduğunu anlatıyor… Ve bu benzetme anlatıma çok şey katıyor.

Peki “Kelebek”? Gelelim kelebeğe… Sadece sol gözünü kırpabilen Jean-Do ile iletişim kurmak için bir yöntem geliştirilmiş… Geliştirilen yöntem şu: Gözünü “Evet” kelimesi için 1 kere, “Hayır” için 2 kere kırpıyor… Alfabedeki tüm harfler, Fransızca’daki kullanım sıklığına göre oluşturulan bir sıralamayla Jean-Do’ya  tek tek okunuyor. Doğru harf söylenince gözünü kırpıyor. Bu göz kırpmasını da kelebeğin çırpınışlarına benzetiyor! Bu sayede kelimeler, cümleler ve inanılmaz ama bir kitap ortaya çıkıyor. Yazdığı “Kelebek ve Dalgıç Giysisi” isimli kitabının yayınlanmasından sonra 1997’de hayatını kaybediyor.

Filmin belki de en ilginç yanı, büyük bir bölümünü Jean-Do’nun sol gözünden izlememiz. Yani onun sol gözü bir kamera… Öyle ki göz kırpınca perde kararıyor, ağlayınca buğulanıyor… Kamera, gerçek bir göz gibi etrafa bakıyor. Böylece empati yapmak kaçınılmaz oluyor. Kendinizi “Bu hayat mı? Hayat bu mu? İçime kilitledi bedenim beni ve tek bir pencere açtı hayata dair…” diyen Jean-Do’nun yerinde buluyorsunuz.


Filmi seyrederken; sol gözü dışındaki her şeyi felç olan bir insan ne yapar? Onun için hayatın anlamı kalır mı? Diye düşünmeye başladığınızda Jean-Do “Kendime acımaktan vazgeçtim. Fark ettim ki gözümden başka iki şey daha var sahip olduğum: Hayal gücüm ve hafızam!” diyerek size çarpıcı bir cevap veriyor. Çünkü anlıyoruz ki ne durumda olursak olalım, bir şeylere tutunup, bir şeyler umut edip yaşıyoruz.

Filmde pek çok çarpıcı sahne var. Yönetmene, senariste, oyunculara ve emeği geçen herkese bravo diyorsunuz… Babasıyla arasındaki telefon görüşmesinde; yaşlı babasının “İkimizde aynıyız aslında; sen vücuduna hapsolmuşsun, bense bu dört duvar arasına…” demesi insanı sarsıyor! Jean-Do’nun yanından ayrılmayan ve gözyaşı döken karısının yardımıyla hastalandıktan sonra kendisini görmeye hiç gelmeyen sevgilisine “Seni her gün bekliyorum!” dedirttiği sahne öyle dokunaklı ki… İnsan, Üzülsün mü? Kızsın mı? Bilemiyor. Bir duygu karmaşası yaşıyor.

Böyle duygusal bir hikayenin, görsel olarak da bu kadar güzel anlatılması insanı müthiş etkiliyor. Julian Schnabel’in 2007 yılında Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü’nü almasının ve filmin adlarını buraya yazamayacağım kadar pek çok dalda ödül almasının nedenlerini iyi anlıyorsunuz!

Jean-Do bize “Gerçek doğamı bulmak için bir felaketin ışığı mı gerekiyordu?” sorusunu sorarak bazı şeyleri idrak etmek için geç kalmamak gerektiğini anlatıyor! Bir yandan insana elindekilerin değerini gösterip, şükretmesini sağlıyor; diğer taraftan hayatta her an her şeyin olabileceğini gösteriyor. Önemli olan hayattan kopmamak ve savaşabilecek güçte olmak… Her ne durumda olursa olsun tutunacak bir dal bulmak zorunda kalıyor insan… Her şeye rağmen yaşıyor, umudunu yitirmiyor.

Filmden etkilenmeyecek bir kimsenin olmayacağını düşünüyorum! “Kelebek ve Dalgıç” filmini seyrettikten ve film bittikten sonra tek bir gözümüz için bile şükür etmemiz gerektiğini bir kez daha idrak ediyoruz! Hayata bakışınızı değiştirmek… Ve tek bir göz için bile şükretmek için izleyin!


ALİYE YÜCEL