> Engeloji

Translate

12 Şubat 2012 Pazar

TÜRK FİLMİNE TÜRKÇE ALTYAZI


Başlığı okuyunca, “Bu ne için? Neden?” diyenler olabilir. Bu gereklilik işitme engelliler için… İşitme engelliler sinema bileti alıp, yerli yapım filmleri sinemada izleyemiyor! Çünkü Türk filmlerinde altyazı yok! Altyazı olmayınca sessiz film izlemiş gibi oluyorlar!
Düşünsenize sinemada yabancı bir film izliyorsunuz dublaj yok, altyazı yok… Görüntülerden ve hareketlerden bir şeyler anlıyorsunuz fakat yeterli değil. İşte işitme engelliler için altyazısız filmlerde böyle!
Geçtiğimiz günlerde “Fetih 1453” filminin sinemalarda Türkçe altyazılı olarak vizyona gireceğini öğrendim. Hatta, fragmanı da Türkçe altyazılı olarak verilmişti. Bunun işitme engelliler için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha düşündüm.  
Ülkemizde engelliler birçok problemle karşılaşıyorlar. Bunlardan biri de kültürel faaliyetlerden yararlanamamalarıdır. Ortopedik engelliler mimari engellerden dolayı, görme engelliler betimleme filmlerin olmamasından, işitme engellilerde altyazılı filmlerin olmamasından dolayı sinemaya gidemiyor. İşitme engelliler de Türk Filmi izlemek için sinemaya gitmeli, sinemada film izleme heyecanını mutlaka yaşamalı...
Beyazperdede Türkçe altyazılı olarak hazırlanmış çok fazla film yok. İşitme engelliler daha önce; Başka Dilde Aşk, No Ofsayt ve Atlıkarınca filmlerini sinema salonlarında Türkçe altyazılı seyretme şansını yakalamışlar. DVD seçeneklerinde Türkçe altyazı seçeneği olan bazı filmler var. Ancak yeterli değil. Her hafta bir ya da birkaç yeni yerli film vizyona giriyor. Ama altyazısız olarak!
Sinema Destekleme Kurulu’nun 21 Nisan 2009 yılında Ankara’da gerçekleştirilen toplantısında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türkçe altyazı seçeneği kullanılması yönünde aldığı karar tavsiye niteliğinde olduğu için yapımcılar filmlerine Türkçe altyazı koymuyorlar. Standart olması gereken Türkçe altyazı az da olsa bir maliyet gerektiriyor ve maalesef ekstra harcama olarak görülüyor.
İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği, sinemada film izleyemeyen işitme engellileri için Türkçe Altyazı Film Kütüphanesi oluşturmuş. Bu konuda büyük bir çaba gösteriyorlar. Ama yeterli değil! Bu konuda olabilecek en doğru şey bir yasanın ya da yönetmeliğin çıkması ve yerli filmlere altyazı konulmasıdır.
Şimdi de Fetih 1453 filmi sinemalarda altyazılı olarak gösterilecek... Bunu sosyal sorumluluk amaçlı olarak ele alan, bu konuda duyarlılık gösteren herkese teşekkürler… Bu konudaki duyarlılığın artması dileğiyle…

ALİYE YÜCEL

5 Şubat 2012 Pazar

ÇİZGİ FİLM HEİDİ


Çizgi filmler çocukluk çağlarının en önemli eğlencelerindendir. Bazıları ilerleyen yaşa rağmen de izlenir. Pek çok anne baba şiddet içermesinden, çocuklarına uygun film olmamasından şikayet etse de; eğitici, yardımlaşmayı, paylaşmayı ve dostluğu anlatan çizgi filmler de var. Mesela, çocukluğumun çizgi filmi Heidi gibi…

Çizgi film Heidi’yi bilenler vardır. Heidi, İsviçreli yazar Johanna Spyri’nin kitabından uyarlanan bir çizgi film... Benim de en sevdiğim çizgi filmlerden biriydi. Hatırlayınca bir huzur, bir sıcaklık duydum! Heidi’nin gülüşü ve kırmızı yanakları gözlerimin önüne geldi. Heidi; içten, dost canlısı, yardımsever, duygusal, mutlu, pozitif ve neşeli bir karakterdi. Yani, örnek alınacak pek çok güzel özelliğe sahipti. Heidi’yi örnek alabilseydik keşke!

Bilmeyenlere anlatmak, bilenlere hatırlatmak için Heidi’nin hikayesine şöyle bir bakalım! Heidi, küçük yaşta anne ve babasını kaybediyor. Buna rağmen hayata küsmüyor! Bir süre teyzesinin yanında kaldıktan sonra teyzesi onu Alp Dağları’nda bir köyde yaşayan büyükbabasının yanına getiriyor. Çok sinirli, huysuz ve aksi bir adam olan büyükbabası Heidi’yi istemiyor. Ancak, Heidi büyükbabasına kendini sevdirmeyi başarıyor. Onu da kendisi gibi yaşama bağlıyor! Heidi, köydeki hayatı çok seviyor. Peter isminde bir arkadaşı oluyor. Peter ve Peter’in görme engelli büyükannesiyle çok iyi anlaşıyor. Peter’in büyükannesinin gözlerinin görmemesine üzülse de onunla çok iyi arkadaşlık yapıyor ve sık sık onu ziyarete gidiyor.



Bir gün teyzesi gelip Heidi’yi köyden götürmek isteyince çok üzülüyor. Teyzesi onu zengin bir ailenin tekerlekli sandalye ile hayatını sürdüren kızları Clara’ya arkadaşlık etmesi için Frankfurt’a götürüyor. Sakat, tekerlekli sandalyeye bağımlı ve hayata küskün olan Clara, Heidi’nin gelmesiyle çok mutlu oluyor. Heidi’nin yaşama isteği onu da yaşama bağlıyor. Heidi, arkadaşının bir gün iyileşeceğine inanıyor. Onu mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. Clara’nın aşırı disiplinli ve soğuk mürebbiyesi Bayan Rottenmeier’den her ikisi de çok çekiyor.  Heidi, Clara’yı çok sevse de köyünü çok özlüyor. Sürekli; büyükbabasına, Peter’e, Peter’in büyükannesine ve Alp Dağları’na olan özlemini anlatıyor. Heidi’nin özlemi dayanılmaz bir hal alınca büyükbabasının yanına dönüyor.

Heidi gidince, bu kez Clara çok alıştığı Heidi’yi özlüyor ve onun ziyaretine geliyor. Heidi, Clara’yı Peter’le tanıştırıyor. Hep beraber gezip, oynuyorlar. Heidi, burada da amacından vazgeçmiyor. Clara’yı yürütmek için uğraşıyor. Clara, Heidi’nin yaşama sevincinden ve insan sevgisinden etkilenip, güç alarak yürümeye başlıyor. Heidi ve herkes buna çok seviniyor.

Aksi, huysuz bir ihtiyar olan büyükbabasını tatlı dili, sabrı ve güler yüzü sayesinde sevimli bir insana dönüştüren; sakat bir kız ile gözleri görmeyen ihtiyar bir kadına da yaşama sevinci kazandıran Heidi’nin hikayesi işte böyle… Hikayeye bir bakın! Bu çizgi filmde iki engelli hikayesi var! Biri Peter’in görme engelli büyükannesi diğeri de Heidi’nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Clara! Çok ilginç değil mi? Çizgi film Heidi’ye bu açıdan bakan oldu mu acaba?

ALİYE YÜCEL

29 Ocak 2012 Pazar

GERİ SAYIM BAŞLADI!


 
5378 sayılı ve 01 Temmuz 2005 tarihli Özürlüler Kanunu göre, tüm Türkiye’de fiziki çevre düzenlemeleri ve ulaşılabilirliği için 7 yıl süre tanımıştı. Bu süre, Temmuz 2012’de doluyor. Yani, 5 ay kadar zaman kaldı. Geri sayım başladı!
Ülkemizde çevre şartları, ulaşılabilirlik, mimarı engeller tam anlamıyla anlaşılmış ve aşılmış değil! Maalesef pek çok eksiklik var. Her engel grubunun farklı sorunları var. Mimari engellerde en çok ortopedik engellilere büyük sorun oluyor. Mimari engeller kaldırılmadan sosyal hayatta katılmak ve istihdam gibi konulara da çözüm bulunamıyor.
Türkiye’de bedensel engelli olmak gerçekten çok zor! Eğitim, kültür, sosyal hayat gibi pek çok yerde karşımıza hep aynı engeller çıkıyor! Engelli için bina girişindeki küçük bir yükselti veya yüksek bir merdiven aynı anlama geliyor! İkisini de aşmak zor oluyor.
Şehirlerdeki pek çok kamuya açık yerlerin mimari planları engelsiz insanlar düşünülerek yapılmış… Sinema, tiyatro, alışveriş merkezleri, kafe, restoran gibi yerlerde rampa ve asansör yok. Aslında kamu binalarında bile rampa ve asansör yok. Kimsenin aklına bedensel engelliler gelmiyor.
Binalardaki koridor, merdiven, rampa, asansör, tuvalet ölçülerinin ve zeminin bir kez daha gözden geçirilmesi, konuya gerekli hassasiyetin gösterilmesi ve tadilatların mutlaka yapılması gerekiyor. Kamu kurum ve kuruluş binaları, kamuya açık alanlar ve toplu taşıma araçları engellilerin kullanımına uygun hale getirilmelidir. Konuyla ilgili en büyük görev de yerel yönetimlere düşüyor.

Sadece merdivenleri çıkmam zor diye çok istediğim ve başarılı olacağımı inandığım bir işe görüşmeye gittiğimde yukarı çıkamadan telefonla arayıp “Maalesef, kabul edemiyorum” dedim. Bir yere gittiğinde sadece tuvalet sorunu yüzünden bir daha oraya gidemeyenleri bilirim! Mimari engeller yüzünden değil sosyal hayata katılmak eğitim göremeyen pek çok kişi tanıdım. Bunun gibi öyle çok örnek var ki…
Toplum olarak bilinçli değiliz. Belki de durumun hassasiyeti bilinmiyor. Ya da “Cezası neyse öderiz! Ne diye uğraşalım!” diye düşünülüyor. Oysaki dışarı çıkmak, bir yere gitmek, bir işini halletmek isteyen pek çok engelli sadece bu yüzden evinden dışarı çıkamıyor, çıkmak istemiyor, çıkarsa da çok zorlanıyor.
Bu konu ile ilgili olarak; Birleşmiş Milletlerin Engellilere İlişkin Sözleşmesi, 5378 Sayılı Özürlüler Kanunu, 3194 Sayılı İmar Kanunu, İmar Yönetmelikleri, Kat Mülkiyeti Kanunu, Toplu Taşımaya İlişkin Mevzuat, Başbakanlık Genelgesi ve Başbakanlık Talimatı gibi pek çok yasal yaptırım ve düzenleme olduğu halde sorunlar sürüyor. Çevrenin engelliler için yaşanılabilir, ulaşılabilir olması için yapılan imar planları ve teknik alt yapılarda Türk Standartları Enstitüsü’nün ilgili standardına uyulması zorunlu… Ancak, kanunda belirtilen düzenlemeler standartlara uygun mu belli değil.
Evet!  5 ay kadar bir süre kaldı. Sanki bir arpa boyu yol alınmadı! Kanunlar ve talimatlar olduğu halde hiçbir alanda uygulanmıyorsa sorumlu kimdir? Yerel yönetimler, ilgili kurum yetkilileri, sivil toplum örgütleri ve biz, hepimiz! Bir şeyler yapmalı ve bunun hayatı bir önem taşıdığını anlatmalıyız! Mimari engelleri ortadan kaldırmak için kamuoyu baskısı oluşturmalıyız!
İlgili kanunlar kapsamında hükümlülüklerini yerine getirmeyen kamu kurum ve kuruluşlar ile özel sektör temsilcilerine Temmuz 2012 tarihinden sonra tazminat davaları açabileceğiz. Ancak; keşke davalar açılmadan bir şeyler yapılabilse bu konudaki sorunlar ortadan kalksa!


ALİYE YÜCEL

ÖZÜRLÜLER VE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUN
Kanun No   : 5378
Kabul Tarihi : 1.7.2005
GEÇİCİ MADDE 2.- Kamu kurum ve kuruluşlarına ait mevcut resmî yapılar, mevcut tüm yol, kaldırım, yaya geçidi, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel alt yapı alanları ile gerçek ve tüzel kişiler tarafından yapılmış ve umuma açık hizmet veren her türlü yapılar bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yedi yıl içinde özürlülerin erişebilirliğine uygun duruma getirilir.
GEÇİCİ MADDE 3.- Büyükşehir belediyeleri ve belediyeler, şehir içinde kendilerine sunulan ya da denetimlerinde olan toplu taşıma hizmetlerinin özürlülerin erişilebilirliğine uygun olması için gereken tedbirleri alır. Mevcut özel ve kamu toplu taşıma araçları, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yedi yıl içinde özürlüler için erişilebilir duruma getirilir.

22 Ocak 2012 Pazar

TAHTA BACAK FRİDA! DEVAM...


(Lütfen önce “Tahta Bacak Frida!” yazısını okuyun…)
… Ve kazadan sonra aylarca yatakta yatmış… Acılarını unutmak için hep resim yapmış... Çektiği acıları, yaşadıklarını, yaşayıp isteyip yaşayamadıklarını hep resimlerinde anlatmış… Neyse ki iki yıl sonra ayaklanmış… Uzun süre alçılar ve korseler içinde hayatına devam etse de aktif siyaset hayatından bile geri durmamış… Ülkesindeki insanların devrimci mücadelesini desteklemiş... New York ve Paris’te açtığı sergiler ise sanat dünyasında büyük etki yapmış…
Artık ünlü bir ressammış ve Meksika’nın ünlü ressamı Diego Rivera ile tanışmış… Ona aşık olmuş ve evlenmişler… Ailesi bu evliliği hiç istememiş… Düğüne ailesinden sadece babası gelmiş ve damada “Kızımın hasta olduğunu ve hayatı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir! Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum” demeyi ihmal etmemiş! Diego’yla fırtınalı bir evlilik yaşamış… Çok istediği halde çocuk doğuramamış... Üstelik kocası onu kız kardeşiyle aldatmış… Boşanmışlar ve bir yıl sonra tekrar evlenmişler… Frida, kocasının hayatına etkisini  “Başıma gelen en kötü olay, yaşadığım kaza ve Diego!” diyerek anlatmıştır.
40 yaşından sonra omurgasındaki sıkıntılardan dolayı hastaneye yatmış ve 9 ay boyunca seri ameliyat geçirmiş... Açtığı sergiye doktorların yasağına rağmen hasta yatağından kalkıp gitmiş… Bu ihmali yüzünden de bacağı kangren olmuş ve kesilmiş… 1954’te yakalandığı akciğer hastalığı yüzünden de ölmüş… Öldüğünde geriye 150 kadar eser bırakmış… Son tablosunun adı da “Yaşasın Hayat”mış!
Dünyanın en büyük ressamlarından biri kabul edilen Frida Kahlo’nun hayat hikayesi işte böyle… “Bu kadar şey bu kısa hayata nasıl sığmış? Sağlam olsa kim bilir ne yapardı?” dememeli! Çünkü, o zaman Frida Kahlo olmazdı!

Frida Kahlo, kendisiyle barışık bir kadın ve hayata bakışı çok farklı… Sakatlığını, kalın kaşlarını ve bıyıklarını sorun etmemiş… Toplumun değerleri yerine içinden geldiğince yaşamış... Çektiği bedensel ve ruhi acıya rağmen hayata karşı direnmiş... “Ayaklar, uçmak için kanatlarım (!) varken, sizi neden arayayım?” diyerek ne kadar güçlü iç zenginliğine sahip olduğunu anlatmış… Belki de hiç kimse acılarını, acındırmadan (!) onun kadar güzel anlatamaz.
Frida “Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım” diyerek hayatını anlamlı ve sade bir şekilde özetlemiştir. Yaptığı resimler kadar yazdıkları da çok etkileyici… Yaşadığı acılarla tuttuğu günlüğünde öyle güzel cümleler var ki… “Nehir akıyor diye kıyılarının sıkıntı çektiğine, yağmur yağıyor diye dünyanın sıkıntı çektiğine, enerjisini salarken atomun sıkıntı çektiğine inanmıyorum! Benim için her şeyin doğal bir telafisi vardır. Üstlendiğim zor ve anlaşılması güç rolde ödülüm, kırmızı bir yığın içinde yeşil bir noktadır. Dengedir benim ödülüm…” demiştir.
İsmini duyunca gözümün önüne anlamlı yüzü ve rengarenk görüntüler geliyor. Resimlerindeki karmaşa ve renklilik hayatın tüm zorluğuna rağmen ne kadar da güzel olduğunu anlatıyor. Her şeye rağmen ayakta kalmak gerektiğini gösteriyor!

ALİYE YÜCEL


18 Ocak 2012 Çarşamba

TAHTA BACAK FRİDA!


Frida Kahlo’yu Salma Hayek’in filminden çok önce tanıdım. Yıllar önce bir gazetede ondan bahsederken “Küçük yaşta çocuk felci geçirmişti…” cümlesi yüzünden hayatı hep ilgimi çekti. Yaşadıkları, içinde bulunduğu durum, güçlü duruşu beni çok etkiledi. Sonrasında kendisini araştırdım ve takip ettim…  
Özel hayatındaki yanlışları, aykırılıkları, tasvip edilmeyebilir ve tartışılır. Ama benim için yaşama azmi çok önemliydi. Bana anlattığı veya çıkarmam gereken ders, tam bir “Yıkılmadım, ayaktayım kadını” oluşuydu! Özrüyle baş etmesini bilmesiydi!
Neler neler yaşamış… Küçük yaşta çocuk felci geçir sakat ol! Sonra gençliğinde trafik kazası geçir daha ağır bir sakat ol! Ne hayat! Öyle bir hayat hikayesi ki sanki başına gelmeyen kalmamış!
Frida Kahlo, 21. Yüzyılın en önemli kadın ressamlarından biri... Ünlü ressam Pablo Picasso bile kendisi için “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” demiştir. Kahloism diye bir sanat akımı, Frida Kahlo diye bir moda akımı vardır. Frida, aykırı bir sanatçı, duygu ressamı, özgürlük öncüsü, militan ve de sakat bir kadındır!
Frida Kahlo, 1907 yılında Meksika’da doğmuş... Hayata şanssızlıkla başlamış… Annesi o bebekken hastalanmış ve onu emzirememiş bile… Altı yaşında çocuk felci geçirmiş, ölebilirmiş! Ölmemiş ve sağ bacağı felçli olmuş… Bacağının sakatlığını, inceliğini kafasına taktığı için hep uzun etekle dolaşmış… Ama yine de arkadaşları ona hemen bir lakap yapıştırmış: “Tahta Bacak Frida!”

Frida, çocukken geçirdiği hastalığı (Çocuk Felci) dünyadan silmek için tıp okumayı kafasına koymuş… O zamanlar Meksika’da bir tane tıp fakültesi varmış, onda da hiç kız öğrenci yokmuş… Ama o Tıp Akademisi olan Ulusal Hazırlık Okulu’na tarihindeki ilk kız öğrenci olarak kaydolmayı başarmış… Bu okulda sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarla ilgilenmiş…
18 yaşında iken okul dönüşü erkek arkadaşı Alejandro ile otobüs kazası geçirmiş… Otobüsteki demir çubuk karnından girip, leğen kemiğini parçalamış, bel omurlarını dışarı çıkarmış, kaburgalarını kırmış… Ayrıca, sakat olan sağ bacağı da pek çok yerden kırılmış! Kaza yerinde öldü sanmışlar, sonra yaşadığı anlaşılmış ve param parça olan vücudu hastaneye getirilmiş… Doktorlar yaşamaz diye düşünseler de ellerinden geleni yapmışlar ve tam 32 ameliyat geçirmiş...
Evine döndüğünde ev eşyalarının olmadığını görmüş… Hepsinin bakım masrafları için satıldığını öğrenmiş… Sadece piyanosu ve kitapları duruyormuş… Annesi canı sıkılmasın diye yatağının üzerine gelecek şekilde tavana bir ayna asmış... Frida, gözlerini açınca ilk kendi resmini yapmış ve bu resmini sevgilisi Alejandro’ya hediye etmek istemiş… İstemiş istemesine de Alejandro’nun yatalak olduktan sonra onu terk ettiğini anlamış!
Geçirdiği bu kazadan sonra “Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam!” diyerek yaşadığı bunca şeye bana mısın? Dememiş… Acıyı kısa süreli, geçici bir şey olarak görmemiş, acıyla barışık bir hayat sürmüş… Biyografisi öyle uzun ki… Bu nedenle şimdilik bu kadar… Önemli ayrıntılar devamında…

ALİYE YÜCEL


7 Ocak 2012 Cumartesi

BU SINAV BİZİM İÇİN: ÖMSS


Özürlü istihdamıyla ilgili bir işte çalışıp ÖMSS’na kayıtsız kalmak mümkün mü? Özürlü Memur Seçme Sınavı bu yıl yapılacak… Umuyorum ki pek çok engelli arkadaşımız böylece bir iş sahibi olacak. Hem de kamu kurum ve kuruluşlarında…

ÖMSS ile ilgili akıllara pek çok soru geliyor. Bu konuyla ilgili olarak 03 Ekim 2011 Pazartesi günü Resmi Gazete’de yönetmelik ve 26 Aralık 2011 Pazartesi günü ÖSYM Başkanlığı tarafından da Basın Duyurusu yayınlandı. Bu iki açıklamaya göre akıllara takılan bazı sorular ve cevapları:  

ÖMSS hangi tarihte yapılacaktır?
ÖSYM Başkanlığı’nın yaptığı basın duyurusuna göre 2012 Özürlü Memur Seçme Sınavı (ÖMSS) 29 Nisan 2012 Pazar günü yapılacaktır.

ÖMSS’na başvuru tarihi ne zamandır?
ÖMSS İçin Başvuru Süresi: 20 Şubat - 2 Mart 2012
Sadece Kuraya Katılacaklar İçin Başvuru Süresi: 14 - 25 Mayıs 2012

Kimler ÖMSS’na girebilir?
Doğuştan veya sonradan; bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yetenekleri bakımından özür oranının % 40 veya üzerinde olduğunu sağlık kurulu raporuyla belgeleyenler girebilir.

ÖMSS hangi kurum tarafından yapacaktır?
2012 Özürlü Memur Seçme Sınavı, ÖSYM tarafından yapılacaktır.

ÖMSS için üst yaş sınırı var mıdır?
ÖMSS’na girmek için yaş sınırı yoktur. 50 yaşındaki bir engelli de sınava girebilir!

ÖMSS’nda refakatçi olacak mı?
İstekleri halinde özürlülere özür grubuna uygun refakatçi temin edilecektir.

ÖMSS her ilde yapılacak mıdır?
Evet. ÖMSS her ilde yapılacaktır.

Hangi eğitim düzeyindekiler sınava girecektir?
ÖMSS’na ortaöğretim (lise), ön lisans veya lisans düzeyinde eğitim veren kurumlardan mezun olan özürlüler girebilecektir.
İlköğretim (ilkokul ve ortaokul) mezunları ise ÖMSS’na başvuru yapacaklar ama sınav yerine noter huzurunda kura sistemiyle işe yerleştirilecektir.

ÖMSS’nin geçerlilik süresi ne kadardır?
ÖMSS sonuçları iki yıl süreyle geçerli olacak. Ancak bu süre içinde yeni bir sınav yapılmazsa sınav sonuçları bir sonraki sınava kadar geçerli olmaya devam edecektir. 

Son olarak; sınava ilişkin başvuru, başvuru merkezleri, başvuru koşulları, sınav, değerlendirme, yerleştirme gibi bilgiler ÖSYM tarafından açıklanacaktır. 

ÖMSS! İşte bu da bizim sınavımız! Bu sınavın sonucunda mutlu hikayeler bekliyoruz!


ALİYE YÜCEL


1 Ocak 2012 Pazar

KAHRAMANLARI ENGELLİ BİLGİSAYAR OYUNU



Günümüzde oyun denilince akla hemen bilgisayar oyunları geliyor. Bilgisayar oyunları o kadar çok çeşitli ki… Değil çocukları, biz büyükleri bile cezp ediyor. Artık hemen hemen her yaştaki kişinin, farklı amaçlarla oynamayı tercih ettiği bilgisayar oyunları var. Bu nedenle oyunların hayatımızdaki yerini görmekten gelmek imkansız gibi…
Bu oyunlar arasında bir de kahramanları engelli olan bilgisayar oyunu var! Bunu öğrendiğimde bu oyunu merak ettim ve nasıl bir oyun olduğunu araştırdım. Engellileri konu alan ilk bilgisayar oyununun adı: “Handigo The Game”. Oyunun kahramanları engellilerden seçilmiş…

Handigo The Game, 10-14 yaş arasındaki çocuklara, engelliler konusundaki duyarlılığını arttırmak ve empati kurabilmelerini sağlamak amacıyla; Avrupa Birliği’nin Fransa, Almanya, Belçika, Lüksemburg ve İngiltere ile ortaklığıyla geliştirilmiş… Bu da farklı bir sosyal sorumluluk projesi!

Oyunun üç ana kahramanı var. Her biri farklı engel gurubundan olan üç oyuncu: Ortopedik Engelli ve Tekerlekli Sandalyede Spidigo, Görme Engelli Rigoligo ve Zihinsel Engelli Rochongo. Kahramanlar günlük yaşantılarındaki gibi rastladığı engellerle (düşüncesiz yayalar, otomobiller) uğraşıyor…



Üç mini oyundan oluşan oyununu oynayan çocuklar, kendilerini engelli birinin yerine koyarak aşamaları geçmeye çalışıyorlar… Böylece oyuncuların; engelli kişilerin engellilik gerçeklerinin yanı sıra, günlük yaşamda karşılaştıkları belki de diğer insanların hiç fark etmediği gerçekleri görmeleri sağlanmış oluyor… Engelliler tarafından yaşanan zor yaşam koşullarını öğreniyorlar. Handigo The Game, çocukları bilinçlendirmek için çok zevkli bir uğraş!

Oyunlar çocukları eğlendirmek için değil, aynı zamanda eğitmek için olabilir. Bu nedenle çocukların hayatında olumlu bir rolü de var. Bu oyun da eğlendirmek için tasarlansa da aynı zamanda engellilerin her gün yaşadığı zorlukları görmek, onları anlamak, farklı engel çeşitlerinin zorluklarını öğrenmek ve belki de ”Onlara nasıl faydalı olabilirim?” düşüncesini yaratmak için etkili bir deneyim…

Bir güzel gelişmede bu oyunu hazırlayan Ubisoft firmasının hazırladığı oyunlara alt yazı koymaya karar vermiş olması… Firma çıkaracağı tüm oyunları işitme engellilere uygun alt yazı desteği ile çıkaracak… Böylece işitme engellilerde bu oyunları oynayabilecek… Engellilerin de oyun oynayabilmesi açısından umarız diğer firmalara da örnek olur. Bütün bunlardan sonra da bize de bu oyunu bulup oynamak kalıyor, öyle değil mi?


ALİYE YÜCEL

24 Aralık 2011 Cumartesi

BEN ÖLDÜKTEN SONRA...



“Ben öldükten sonra…” Bu cümleyi öyle çok duydum ki… Pek çok özürlü çocuk, özellikle de kendi hayatını yardımsız yürütemeyen ve öz bakımını bile kendi yapamayan çocuk annesi bunu söyler. Yüksek sesle söyleyemeyenler de mutlaka aklından geçirir. Ne büyük bir çaresizlik cümlesi… “Ben öldükten sonra…”
Bunun için sosyal olarak bir şeylerin yapılması ya da çocuğun yakınları, kardeşleri olması yetmez bir anne için… O hep içinde bir yaradır. “Ben öldükten sonra çocuğum ne olacak?” “Ben öldükten sonra ona kim bakacak?” “Çocuğum bensiz ne yapacak?” der durur. Çünkü bilir ki tüm bunlara bir anneden başkası dayanamaz! Kimse ne kadar mükemmel olursa olsun, anne gibi çocuğa bakamaz! 

Engelli çocuk annesi, kendi çektiği sıkıntı, üzüntü, dışlanma, zorluk (hele de kocası duyarsızsa) gibi pek çok şeye göğüs gerer… Bu durumun psikolojik, sosyal, maddi ve manevi her türlü zorluğuna katlanır… Savaştığı ne çok şey vardır. Bizim aklımıza bile gelemeyecek ne çok şey… Kendi için her şeye razıdır da, kendisi olmadan çocuğunun ne yapacağını düşünür!

En ilginci de içi yanarak, yüreği parçalanarak “Benden sonraya kalmasın!” diye dua eder! Bu ne inanılmaz bir duadır! Canını vermeye razı olan ve evladına bir zarar gelecek aklı çıkan anne böyle bir dua eder! Ne demektir bir evlat için böyle bir dua edebilmek! Buradaki hassasiyet ve inceliği anlayabilmek çok önemli… Bir anneye bunu dedirten ruh halini anlayabilmek! Bir annenin en büyük duası “Bana evlat acısı gösterme…” diye ettiği dua değil midir? O ruh halinden bu ruh haline gelebilmek kolay mıdır? Yine sadece evladını düşündüğü için böyle dua eder.



Yemek yeme, giyinme gibi normal bir çocuğun rahatlıkla yapabildiği şeyleri yapabilmesi bile anneyi öyle mutlu eder ki… “Kendine bakabilse, kendi işini kendi görse bile yeter…” diye düşünür. Bu konudaki her adımı, her gelişimi en büyük mutluluğudur. Belki kendisi olmadan da yaşayabilecektir!

Bu konuda yazacak çok şey var. Sayfalarca da yazılabilir. Bu yazılanlardan sonra tüm bunları da sosyal politikalara bağlamak ve Türkiye’de neler yapılabildiğine getirmek gerekir. Ama ne yapılırsa yapılsın maalesef ki “Ben öldükten sonra…” cümlesi daha çok annenin aklından geçecek… Geçmeye devam edecek…

Sonuç olarak; engelli evlat sahibi olmanın büyük bir imtihan olduğunu bilmek her şeyden önemli! Olaya böyle bakmak, bunu idrak etmek gerekir. Bizim onlar için yapmamız gerekense, yapabileceğimiz her konuda yardımcı olmamız ve en önemlisi onlar için bol bol dua etmemizdir. Allah bu annelerin yar ve yardımcıları olsun…

ALİYE YÜCEL


16 Aralık 2011 Cuma

ENGELLER YOK OLUR


Televizyon izlerken reklam girdiğinde uzaktan kumandayı alıp kanal kanal gezmeyen var mıdır? Bilmiyorum! Ama son günlerde yayınlanan bir reklam var ki kolaysa başka kanala geç ve seyretme! Türk Telekom’un yeni reklamından bahsediyorum. “Bizde de ne kadar güzel reklamlar yapılıyor” dedirten kısa film tadında bir reklam filmi…
Bir sosyal sorumluluk projesinin reklamı bu kadar mı kaliteli olur! Müzik, seslendirme, çekim, oyuncular hepsi çok etkileyici... Hedef kitlesi görme engelliler olan reklam filmi işitsel olduğu kadar, görsel zenginliklerle de dolu. “Bir fark yaratsak yeter, Türkiye’ye değer” demişler ve değmiş doğrusu!
Türk Telekom ve Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Merkezi (GETEM) işbirliğiyle gerçekleştirilen “Telefon Kütüphanesi” projesinin anlatıldığı reklam filminde ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanından bir bölüm ele alınıyor… Ve en etkileyici roman karakterlerinden Raskolnikov’un evden çıkışını, merdivenlerden inişini ve sokakta yürüyüşünü görüyoruz… Sesli kitap dinleyen bir görme engelli, kahvesini yudumlarken dinlediği bu romanı zihninde canlandırıyor. Bizi de bu anlara şahit ediyor. Defalarca seyrettim. Her seyredişimde sanki orada bitmeyecek ve devamı gelecekmiş gibi bir his duyuyorum… Ve öyle etkileyici ki arayıp devamını da dinlemek istiyorum. Reklam Ajansı Publicis Yorum ve yönetmen Gürkan Kurtkaya’yı kutlamak gerekir.

Gelelim hizmete… Yapılan hizmet en az reklamı kadar güzel! Türk Telekom ve Boğaziçi GETEM işbirliğiyle Türkiye’nin ilk “Telefon Kütüphanesi” hizmeti görme engellilere binlerce sesli kitabı ev telefonlarından ücretsiz dinleme olanağı sunuyor.
Uygulama,  0800 219 91 91 numaralı telefon üzerinden hizmet veriyor. Sadece ev telefonları üzerinden faydalanılabilen hizmette kullanıcılar; dilediği kitabı seçme, sonraki aramada kaldığı yerden devam etme, ileri–geri gidebilme gibi özelliklerinden faydalanabiliyorlar.
Hizmetten faydalanmak için GETEM’e en az % 40 görme engelli raporuyla başvurup üye olup olmak gerekiyor. Üyeler alınan kullanıcı adı ve şifreyle istedikleri kitapları dinleyebiliyorlar. Ayrıca, basılı kaynaklardan faydalanamayan felçli, disleksi gibi engellilerde raporlarıyla başvurduklarında bu hizmetlerden yararlanabiliyorlar. Aksi takdirde hizmet ücretli!
GETEM’in arşivine baktığımızda pek çok çeşitli kitaplar var. Reşat Nuri Güntekin, Elif Şafak, Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Pamuk, William Shakespeare, Jules Verne, Amin Maalouf, Charles Dickens, Emile Zola, Agatha Christie gibi binlerce yazarın kitapları bu sayede konuşuyor! Engeller yok oluyor!

ALİYE YÜCEL

7 Aralık 2011 Çarşamba

BARBIE VE TEKERLEKLİ SANDALYEDEKİ ARKADAŞI


Oyuncaklara karşı büyük ilgi duyuyorum. Cinsiyet gereği özelliklede bebeklere… Bunun galiba çocuk olmakla, yaşla da alakası yok. Her türlü oyuncak bebeği hala severim. Bu nedenle gördüğüm her bebeği ilgiyle incelerim. Bir kaç yıl oluyor. Bir gün internette gezinirken tekerlekli sandalyede oturan oyuncak bir bebek gördüm. Çok ilginç geldi. Hemen fotoğrafını kaydettim.

Geçenlerde aklıma geldi ve hikayesini araştırdım. Bu bebeğin Barbie’nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Becky olduğunu öğrendim. Ünlü Barbie bebeklerinin yapım firması Mattel 1997 yılında Barbie'nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Becky'yi piyasaya sürmüş…

Barbie, Amerikalı Ruth Handler’in kızı Barbara için yetişkin bir kadını model alarak tasarlamasıyla 1959 yılında doğmuş! Barbie’nin günümüze gelene kadar kardeşi, erkek arkadaşı, çok çeşitli arkadaşları üretilmiş... Bilindiği gibi Barbie’ler, sadece oyuncak olarak kalmadı. Filmleri, dergisi, çantası, defteri, nevresimi, tişörtü ve akla gelebilecek pek çok şeyi yapıldı.

Barbie bebekler Türkiye’de de çok yaygın... Hemen hemen her kız çocuğunun en az bir Barbie'si var. Barbie bebek sahibi olmak nedense kız çocukları için çok önemli… Kız çocuğu olanların da, Barbie bebeklere ilgisiz kalmaları imkânsız bir durum…

Barbie’ler vücut hatlarını ve bütün bir yaşam biçimini çocuklara dayatıyor diye pedagojik bakımdan hep sakıncalı bulunmuş, çok eleştiri almış ve çocuklara kötü örnek olduğu hep kamuoyunu meşgul etmiştir. Bütün çeşitleriyle çocuklar için uygun bir oyuncak olmadıklarını ortaya koyan tartışmalar açılmıştır. Barbie’nin vücut ölçüleri en çok eleştiri alan kısmı olmuştur.  Barbie bebeklerinin gerçekçi olmayan bir vücut imajı yarattığı ve genç kızları anoreksik olmaya özendirdiği söylenmiştir.



Pedagoglar ne der bilemem! Ama ben tekerlekli sandalyedeki bebek fikrinin çocuklar için faydalı olacağını düşündüm. Dış görünüşü ve hayat biçimiyle çocuğun düş gücüne hitap ediyorsa, belki de tekerlekli sandalyedeki Becky olumlu bir sunum…

Gerçek hayatta böyle bir durum varsa çocukların da bunu bilmesi ve tanıması daha uygun değil mi? Çocuklar engelli olgusunu iyi bilmiyor. Bununla ilgili ailede ve çevrede bir örnek görmemişse, okullarda da bu öğretilmeyince (Bildiğim kadarıyla, okullarda engellilik kavramıyla ilgili bir müfredat yok ve öğretmelerin de bu anlamda bir eğitimi yok…) çocuklar engelli biriyle karşılaştıklarında çok şaşırıyor. Engelliyle nasıl konuşacaklarını ve onlara nasıl davranacaklarını bilemiyor.

İşte Becky çocuğu engelliliğin bir çeşidi olan ortopedik engellilikle tanıştırıyor. Bu hoş bir durum değil mi? Böyle bir bebekle oynayan çocuk tekerlekli sandalyede birini görse yadırgar mı? Engellilik kavramını ve engelli gerçeğini öğrenmez mi? Ayrıca, tekerlekli sandalyedeki çocuklar için de tıpkı onlar gibi bir bebek olması çok uygun bir durum değil mi?

Barbi’ler kusursuzluklarıyla çocukların sevgi ve merhamet gibi duygusal yeteneklerini olumsuz etkiliyorsa Becky tam tersi yönde bir etki yapmaz mı? Çocukların kendilerine hem fiziksel hem de kültürel olarak bu bebeğin yaşam biçimini model alıyorsa Becky belki de Barbie’lerin en faydalısı! Çünkü çocukların psikolojik deneyimlerini de farklılaştırıyor.

"Tekerlekli sandalye" olumsuz bir klişe gibi görülse de hayatın bir gerçeği… Bu tür oyuncakların olumlu bir etkisi olacağını düşünüyorum. Bu bebek engelli insanları tanımak ve onlarla ilgili tutumları değiştirmek için tasarlanmışsa, amacına ulaşmıştır. Çocuklar geleceğimizse engellilik olgusuyla küçük yaşta tanışması gerekir. Sonuçta; engellisi engelsizi sosyal hayatı hep beraber paylaşıyoruz.

Not:
Bu arada, Becky’nin hikayesini araştırırken bir gerçeği de öğrendim. Barbie'nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Becky ilginç bir durumla da karşılaşmış! Omurilik felçli Kjersti Johnson’ın bebeği Becky, Barbie’nin 100 dolar değerindeki Barbie Bebek Evi’nin asansörüne sığmamış! Bu şikayet üzerine Mattel firması evi tekrar tasarlayacaklarını duyurmuş… Bir engellilik gerçeği olan “mimarı engeller” ilginçtir ki bu noktada da ortaya çıkmış…


ALİYE YÜCEL

2 Aralık 2011 Cuma



"3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ"

3 Aralık gününün "Herkes bir engelli adayıdır!" sözünün söylenmeyeceği bir gün olmasını diliyorum!

20 Kasım 2011 Pazar

MALİK'İN HİKAYESİ



Dizi izlemeyi severim. Pek çok dizi başlamadan önce basın ve ekran tanıtımlarını gördüğümde mutlaka bakarım. Hayat Devam Ediyor dizisi için de önceden bilgim vardı. Gerek yönetmeni, gerek konusu ve gerekse oyuncu kadrosu mutlaka seyretmeliyim düşüncesini uyandırdı. Diziyi seyrettim. Mahsun Kırmızıgül filmlerindeki gibi yine güzel bir iş çıkarmış… Ancak dizide beni etkileyen farklı bir unsur daha oldu. “Küçük insanların büyük hikayesi” sloganıyla yola çıkan dizide birçok hikayenin yanı sıra bir engelli hikayesi de vardı!
İsmail’in yedi çocuğundan biri olan bir kolu sakat olan Malik’in hikayesi…
Karakter tanıtımında: “Malik: İsmail ve Cennet'in 20 yaşındaki oğlu… Yıllar önce babasının neden olduğu kaza nedeniyle bir kolu sakat kalmış. Sakatlığının onda açtığı psikolojik yaralar ve ailesinin geçimine herhangi bir katkıda bulunamadığı düşüncesi onu iyiden iyiye içine kapanık ve sıkıntılı bir karaktere dönüştürmüş…” diye anlatılıyor.
Malik karakterini Serkan Şenalp canlandırıyor. Genç oyuncu rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Oyunculuk aşkı insanı ne hallere koyuyor. Gerçekten bir elinin çolak olduğuna insanı inandırıyor.
Dizideki diğer hikayelerin arasında geri planda kalan Malik’in hikayesini bir başka gözle izledim. Algıda seçicilik böyle oluyor… İşte! Malik karakteri ile ilgili izlenimlerim:
Malik, ağabeyi tarafından yapmaya çalıştığı işi “Tek kolla değil iki kolla çek!..”,“Tek kolunla erkeklik mi yapmaya başladın?”,“Kolsuz kahraman…”, “Sağlam kolunu da ben kırarım!” gibi özrüyle ilgili hakarete uğruyor ve küçümseniyor.
Ağabeyi Malik’le ilgili olarak babasına “Bu mu senin tek oğlun? Tek ama yarım işte!” diyerek engelli birinin yarım insan olarak kabul edildiği gerçeğini gösteriyor.

Dedesiyle geçen diyalogdan ise dedesinin Malik’e değer verdiğini, kendi durumuyla ilgili gerçekleri onunla paylaştığını görüyoruz.
Malik’in, babasının kardeşine alamadığı pembe ayakkabıları, biriktirdiği parayla alması… Kendi vermeyip babasına getirip, vermesini istemesi… Ve babasının kardeşlerinin yanında üzülmesini de istemeyecek kadar hassas olması insanı çok etkiliyor. Babası da “Ben olmasam, onların babası sensin…” deyip onu önemsiyor.
Töre nedeniyle kız kardeşini öldürme işi Malik’e kaldığında ise üvey annesi; “Erkekliğin ne oldu? Eğer içinde az bir erkeklik varsa öldürürsün… Yok, eğer vuramam, sakatım (!) diyorsan o başka! Şimdiye kadar yarımdın! Tam erkek olmak istiyorsan bu namusu temizlersin!” diyerek onu en hassas yerinden vurmaya çalışıyor.
Malik, “Herkes görecek benim ne kadar erkek olduğumu!” diyerek kardeşini öldürmek üzere yola koyuluyor. Ancak “Eksikliğimden beni kurtar!” diyen kardeşine “Yüzüme bakan herkes beni eksik saydı! Ama ben diğer elimi keserim, yine seni vuramam!” diyerek ne kadar sağduyulu olduğunu gösteriyor.

İlk bölümden bu kadar… Gelecek bölümden itibaren İstanbul’da devam edecek dizinin genel özetinde “Bir kolu sakat olan sessiz Malik’in şehirde giderek erozyona uğraması…” şeklinde bir cümle var. Umarım Malik rolünde, engellinin olumsuz değil de, hep olumlu sunumlarıyla karşılaşırız.   


 ALİYE YÜCEL

12 Kasım 2011 Cumartesi

İSTANBUL, SENİ SEVİYORUM!


“Paris, Seni Seviyorum” (Paris, I Love You) filmini izlediniz mi? Filmde, farklı ülkelerden çok sayıda yönetmen Paris’te geçen bir hikaye anlatıyor. 18 kısa film… Sevginin birçok çeşidi konu edilmiş... Kadın erkek, iki dost, anne çocuk sevgisi gibi… Mutluluk, hüzün, sevinç, ayrılık, tesadüfler ve en önemlisi sevgiye dair ilginç hikayeler…

Film, etrafımızda ne kadar farklı hayatların olduğunu bize hatırlatıyor. Bazılarıyla ortak şeyleri yaşadığımızı ve ortak duygular hissettiğimizi anlıyoruz. 18 kısa filmi arka arkaya seyredip, sonra da “Acaba kaçırdığım bir şey var mı?” diye tekrar izlemek isteği duyabilirsiniz.

Aşk şehri Paris’te geçen bir de engelli hikayesi var! Kısa hikayelerin arasında belki de en iyisi, en güzeli… 7 dakikalık bir film… Ama anlattığı çok şey var. Gerçek bir kısa film! Uzun metrajlı bir film olacak kadar da konsantre!



“Faubourg Saint – Denis”

Ünlü oyuncu Natalie Portman’ın görme duyusunu kaybetmiş gençle yaşadığı aşkı anlatan film…

Güzel bir aktris (Natalie Portman), görme engelli sevgilisini (Melchior Beslon) arayarak ilişkilerinin bittiğini söyler. Genç adam böylece anılarına bir yolculuk yapar. İlişkilerini ve aşklarının süreçlerini kısa cümlelerle ilk günden itibaren anlatır. Her ilişkinin farklı detayları vardır ve önemli olan da budur!

Filmde, görme engelli genç  “Beni duyuyor musun?” diyen sevgilisine “Hayır! Seni duymuyorum. Seni görüyorum!..” diyerek sevginin gücünü gösteriyor.

Yönetmen Tom Tykwer, sevginin önemini kaybetmeye başladığı günümüzde, güzel tesadüflerinde olduğunu, hayatın devam ettiğini ve ümidi gösteriyor.

Film bittikten sonra “İstanbul, Seni Seviyorum” diye bir film olsa ve benim hikayem nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim.

Not:
Paris’te geçen bu kısa filmin bir sahnesinde “Star Çankırı Çay Salonu” levhasını görmekte çok şaşırtıcı ve ilginçti.


ALİYE YÜCEL

23 Ekim 2011 Pazar

İŞVERENLERE SESLENİŞ!


BİZE BİR SANŞ VERİN!

Her birey gibi bizde bir iş sahibi olmak istiyoruz. Bu nedenle sizlere ulaşmaya çalışıyoruz. Bizi gördüğünüzde “yok olmaz, işe giremezsin” bakışıyla karşılaşmak istemiyoruz. Biz bu bakışlarla pek çok yerde, pek çok kez karşılaşıyoruz. Bizi görmezden gelmeyin ve asla acıma duygusuyla yaklaşmayın. Biliyoruz ki pek çok yerde olduğu gibi istihdam alanında da engellilere karşı bir ön yargı var. İşverenlerin bizler hakkındaki önyargıları aslında yetersiz ve hatalı bilgilere dayanmaktadır.

Engelliler verimli çalışamaz,

Onları işten atmak daha zordur,

Sürekli hastalanırlar ve sık sık izin alırlar,

Diğer çalışanları rahatsız ederler ve çalışma temposunu düşürürler,

Onlar için özel düzenlemelerin yapılması masraflıdır,

Alıngan olurlar, çabuk sinirlenirler ve göz zevkini bozarlar…

Oysa;

Biz işimizi çabuk kavrarız,

Kesintisiz çalışabiliriz,

İş bilincine sahibiz,

Sorumluluk sahibiyiz,

İşimize zamanında gelebiliriz,

İşi bırakma ihtimalimiz daha azdır ve normal çalışanlar kadar verim gösterebiliriz…
Bazen hepimiz mükemmelliği ararken gerçeği kaybediyoruz. Oysa bizler gerçeğiz. Gelin gerçek bir çalışanla tanışma fırsatından mahrum kalmayın.

"Acaba yapabilecek mi?" endişesini bir yana bırakıp, bize bir şans verin.

ALİYE YÜCEL




14 Ekim 2011 Cuma

"YOL ARKADAŞIM" DİZİSİNDE BİR ENGELLİ HİKAYESİ


Kanal D'de başlayan yolculuğuna Star'da devam eden 'Yol Arkadaşım' dizisinin 24. bölümünde engellileri çok yakından ilgilendiren bir konu yer aldı. Evin küçük oğlu müzisyen Soner, kendisine hayran olan Elif’in tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda olan biri olduğunu öğrendi... Elif’e bir mail yazdı. Ve ne çok şey anlattı!
Sevgili Elif,
Sana telefonla da ulaşmaya çalıştım Ama hep kapalısın. Ne diyeceğimi, nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum. Seni kırmak inan bu hayatta isteyebileceğim en son şey.  Seni ve durumunu gördüğüm anda yüzümü toparlayamayışım affedilmez bir şeydi bunu biliyorum. O bakışlarla ömür boyunca karşılaştığını ve her gün yeniden savaştığını kestirebiliyorum. Şaşkınlığım özrüne yönelik bir şey değildi. Bu bir özür mü onu bile bilmiyorum, çok saçma… Neden ve kime karşı özürlü olduğunu bile kestiremiyorum. Çünkü takılan isimler,  yüklenen anlamlar hep beraberinde başka saçmalıkları da getiriyor. Ben nasıl davranacağımı bilemedim. İşte hepsi bu… Hiç bir şey yokmuş gibi davranmak ya da sana aşırı nazik olmak arasında bocaladım. İkisi de yalan olacaktı çünkü… Ve sen bunun bir sahtekârlık olduğunu anlayacaktın. Evet hazırlıksızdım. Çünkü kafamızda bir sürü beklenti ve idealize edilmiş tiplerle yaşıyoruz hepimiz… Güzellik yarışmaları, reklamlardaki sözde mükemmel insanlar, dizi filmlerdeki kahramanlar bizi bunlara koşutluyor! Hep aldatılıyoruz, bilerek ve isteyerek kanıyoruz.  Ve inan bundan hoşlanıyoruz. Ne acı değil mi?  Her geçen gün gerçek bir insanla tanışmanın yerine kahramanları bekliyoruz.  Ve mükemmeli ararken gerçekliği kaybediyoruz.  Oysaki hepimiz gerçeğiz. Sadece birilerinin ya da yaşadığımız bir anın bize bunu hatırlatması gerekiyor. Tıpkı dün geceki gibi… Lütfen beni gerçek bir insanla tanışma fırsatından mahrum etme. En azından bir kahve içme teklifimi geri çevirme… Buna çok ihtiyacım var.

                                                                  Soner



Bir engelli olarak yukarıda yazılanların pek çok engellinin duymak istediği sözler olduğunu çok iyi biliyorum. Bir engelliye nasıl bakılması gerektiği gösterdikleri için diziye emeği geçen herkese teşekkürler... (Umarım kız sonunda ayağa kalkmaz!)

                                                                                
ALİYE YÜCEL

4 Ekim 2011 Salı

VERA'NIN ŞOFÖRÜNE FARKLI BİR BAKIŞ!



“Vera’nın Şoförü” filminin tanıtım metninin okuduğumda ilk cümlesi ilgimi çekti. “… Film General Serov ve onun fiziksel engelli kızı Vera etrafında döner. Vera, içki ve sigara kullanan, göz alıcı ancak fark edilir fiziksel engeli olan bir kızdır…”

Bir engelli olarak bu filmi mutlaka izlemeliyim diye düşündüm. Her dönemde engellileri konu alan filmler yapılmıştır. Acaba bu film bir engelliyi nasıl ve ne şekilde anlatıyordu!

“Vera’nın Şoförü” filmine yapılan pek çok politik ve sanatsal eleştirinin yanı sıra, başrol oyuncusunun fiziksel engelli olması nedeniyle bu açıdan da bakılmalı…

Yelena Babenko, engelli birini başarıyla oynuyor. Vera, fiziksel engeli olan bir kız olmasına rağmen bu bir engelli hikayesi değil… Ancak, Vera’nın fark edilir engeline rağmen (yaptığı bazı şeyler tasvip edilemese de) kendine güveni olumlu bir sunum…

Birçok eski Türk filminde engellilerin olumsuz sunumunu herkes bilir. Engellilerin başarısız ve trajik bir yaşam sürdükleri, normal bir yaşam sürdürmelerinin zorluğu; yardıma muhtaç ve acınası kişiler oldukları vurgulanmıştır. Bu filmleri izleyenler engellilerinde, asla evlenip anne olamayacaklarını düşünüp üzülmeleri bilinen bir gerçek…

Filmde birkaç küçük sahne dışında Vera, engelinden dolayı farklı bir muamele görmüyor. Yaptıkları doğru yanlış tartışılır ama Vera’nın hayatının bize anlattığı engelli biri de aşık olabilir, evlenir ve çocuk sahibi olur… Bu tür örneklerin sunumunun, engellilerin normal bir hayat sürebileceklerinin gösterilmesinin bizler için önemi çok büyük… Yönetmenin bir engelliyi böyle bir bakış akışıyla görmesi özlenen ve beklenen bir durum…





VERA’NIN ŞOFÖRÜ (Vera's Driver)

Tür : Dram / Romantik
Yönetmen :
Pavel Chukhray
Senaryo :
Pavel Chukhray
Yapım :
2004, Rusya.
Oyuncular : Igor Petrenko (Viktor) , Yelena Babenko (Vera) , Bogdan Stupka (General Serov) , Andrey Panin (Adjutant Saveliev) , Yekaterina Yudina (Maid Lida)

1997’de çektiği Oscar adayı “Hırsız” filmiyle yeteneğini sanat dünyasına kanıtlayan ünlü Rus yönetmen Pavel Chukhray, son filmi Vera’nın Şoförü ile bu kez soğuk savaşın duygusuz yüzüne, bir sevgi filmiyle cevap veriyor.
1960 yılında Sovyet Rusya ve Küba arasında yükselen soğuk savaşın ardındaki insanlık dramını ''Vera''nın Şoförü'' ile öykülendirilen ve Pavel Chukhray imzasını taşıyan film, Sochi Rus Filmleri Festivali'nden En İyi Senaryo, Festivalin Büyük Ödülü, Jüri Özel Ödülü, Nika Festivali'nde En İyi Müzik, Umut Vaat Eden Oyuncu, En İyi Yapım Tasarımı ve Honfleur Rus Filmleri Festivali'nde Büyük Ödül almaya hak kazandı.

Konu:

Rus Yönetmen Pavel Chukhray’ın yönettiği, romantik drama türündeki Vera’nın Şoförü, 1960 yılında Sovyet Rusya ve Küba arasında yükselen, soğuk savaşın ardındaki insanlık dramını anlatıyor.
Film General Serov (Bogdan Stupka) ve onun fiziksel engelli kızı Vera (Yelena Babenko) erafında döner. Vera içki ve sigara kullanan, göz alıcı ancak fark edilir fiziksel engeli olan bir kızdır.
Viktor (Igor Petrenko) genç bir kızıl ordu askeridir. General adına çalışmaktadır. Viktor, Vera’nın özel şoförü olarak göreve atanmıştır. Victor, Vera’yı görür görmez ona ilgi duymaya başlar.
Linda, (Yekaterina Yudina) Generalin uzun boylu sarışın güzel hizmetçisidir. O da Viktor’dan hoşlanmaktadır. Ancak Viktor, yavaş yavaş Vera’ya aşık olmaya başlamıştır. Vera’nın küçük bir sırrı vardır.



ALİYE YÜCEL