> Engeloji : Çocuk Felci

Translate

Çocuk Felci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çocuk Felci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2021 Pazar

ENGEL SEBEBİM ÇOCUK FELCİ

Ne zaman küçük bir çocuk ağlasa, yıllar öncesine giderim. İçimde bir darlık hissederim. O küçük çocuğun yerine koyarım kendimi... Çocuk felcine yakalandığım günlere giderim... Ben de böyle ağlamış olmalıyım diye düşünürüm hep... Araştırıp okuduğuma göre büyük ağrı ve sancı veriyormuş çocuk felci... 

Çocuk felcinde (poliomyelit) önceleri; ateş, baş ağrısı, halsizlik, kusma, boyunda sertlik, kol ve bacaklarda ağrı oluşuyor... Daha sonra da hastalık etkeni olan virüs omuriliğe geçerek, orada kasların hareketlerini sağlayan sinir hücrelerini tahrip ediyormuş... 

Şimdilik bu kadar.... Bu konuyu yani engel sebebimin devamını uzun uzun yazacağım belki buraya belki de Engeloji 2'ye... 

ALİYE YÜCEL


17 Haziran 2018 Pazar

376 YIL SONRA KONULAN TEŞHİS



Operatör Doktor Kadir Abul, ünlü İspanyol Ressam Jusepe de Ribera'nın "Çarpık Ayak" isimli yağlıboya tablosunu inceledi. Ribera bu resmi 1642 yılında yapmıştı. Dr. Abul, resimde yer alan dilenci çocuğun hastalığının "Çarpık Ayak" değil, o dönemde henüz adı bile konulmamış "Çocuk Felci" (poliomiyelit) hastalığı olduğunu belirledi. Doktorumuz tam 376 yıl sonra bu teşhisi koydu. Böylece tablonun sırrını çözdü.

Jusepe de Ribera (ya da Jose Ribera) 1591 yılında doğmuş, 1652 yılında Napoli'de ölmüştür. Ribera, 20 yaşında iken İtalya'ya gitmiş bir daha ülkesine dönmemiştir. Caravaggio ve Corregio gibi İtalyan ressamların etkisinde kalsa da İspanyol resminin özelliklerini de bırakmamıştır. Dini motifleri kullansa da acılı olayların ve umutsuzluğun ressamı olarak anılır. Acıyı bayağılığa kaçan gerçekçilikte anlatmıştır. "Çarpık Ayak" (bazı yerlerde "Topal"  diye de geçiyor) yani söz konusu  tablo da bunlardan biridir. 

Jusepe de Ribera'nın sağ ayağı sakat bir dilenci çocuğu resmettiği tablosu önceleri "Cüce" diye anılmış, daha sonra çocuğun engelinin "Çarpık Ayak" olduğu değerlendirilmiş ve bu  isim verilmiş. Eser, Paris'te bulunan ünlü Louvre Müzesi'nde bulunuyor. Dr. Kadir Abul, bu tabloyu bir arkadaşının sosyal medya paylaşımında görüyor. İlgisini çekiyor ve bu eseri inceliyor. Yaptığı analizde çocuğun hastalığının "Çarpık Ayak" değil de o dönemde henüz adı konmamış "Çocuk Felci" olduğunu belirliyor.
 
Dr. Abul, tabloyu incelemeye başladığında, çocuğun elinde tuttuğu bir kağıt ve sol omzunda tuttuğu  sopa dikkatini çekiyor. Bu sopanın bir koltuk değneği olabileceğini düşünüyor. Çünkü "Çarpık Ayak" hastalarının koltuk değneğine ihtiyaç duymadığını bildiği için heyecana kapılıyor. Hemen bilgisayarda sopanın boyunu ölçüyor. Değneği hizaladığında tam koltuk altı seviyesine geldiğini görüyor. Değnek düz değil de bir seviyeden sonra eğri duruyor. Çocuğun boynunun tam önüne gelen kısmı aşınmış ve eğrilmişti. Buraya bir bası geliyor olmalıydı. İşte bu aşınma ve eğilme, çocuğun dizi kilitlemek için, değneğini dizin hemen üzerine ve ön kısmına bastırarak kullandığını gösteriyordu. Bu  yürüme şekli "çocuk felci" hastalığının karakterine uyuyordu.


Çocuğun neden elini dizinin üstüne bastırarak yürümek yerine koltuk değneği kullandığını düşündü. Bu sorunun cevabı da çocuğun elinde tuttuğu kağıtta gizliydi. Kağıtta Latince "Da mihi elimo/sinam propter/amorem dei! (Allah aşkına bana sadaka verin!) yazıyordu. Bu kağıt o dönemde hükümetten alınan dilencilik belgesiydi. Bu belge olmadan dilenince hırsız olarak kabul edilir dilenemezdi. Belge sayesinde hem dilenme hakkını elde ediyor. Hem de koltuk değneğini dizine yaslayıp kilitleyerek yürüyünce kendisini daha aciz ve acınır durumda gösterip para alma şansını arttırıyordu. 

Doktorumuz, çalışmasını ilk olarak Türk Milli Ortopedi Kongresi'nde sunuyor. Çalışma daha sonra Op. Dr. Fettah Büyük ve Op. Dr. Adbulhamit Mısır'ın katkılarıyla bilimsel bir makale haline getiriliyor. Yazışmalar sonrası Louvre Müzesi'nden telif hakları alınıyor ve Amerika'nın ünlü tıp dergisi Clinical Orthopaedics and Related Research'de yayınlanıyor. Makale, derginin ana editörlerinin ilgisini çekiyor. Derginin, Mayıs 2018 sayısının kapağında yer alıyor. Dr. Kadir Abul ve meslektaşları şimdi, tablonun adını değiştirmek için Louvre Müzesi'ne başvuracaklar.

Op. Dr. Kadir Abul, teşhisini "Tablonun çizildiği sene 1642, çocuk felci hastalığının tanımlanması 1789 senesi. Arada 150 yıl gibi bir süre var. Ressam çiziyor ama hangi hastalığı çizdiği belli değil. Tabii bizim iddiamız çocuk felci yönünde, elimizde bunu net kanıtlayacak MRI veya EMG gibi tetkiklerimiz de yok. O yüzden tablodaki gizli ayrıntıların analizi önem kazanıyor. Bizim yaptığımız tam da bu oldu" diye açıklıyor.

Haberi önce Show TV'de gördüm. Sonra da Hürriyet Gazetesi'nde okudum. Araştırmak için baktığımda bir çok yerde haberinin yapıldığını gördüm. Çok dikkatimi çeken bir haber oldu. Belki de çocuk felci olması daha da ilgimi çekti. Gerçekten de ilginç bir haber... Her şey iyi güzel. Ancak engelli çocuğun dilenci olma ihtimali oldukça çok can sıkıcı... Engelliler dilenci değil ki... Engellilere acımak ve sadaka vermek yanlış bir davranış. Onlara maddi değil, manevi destek verilmesi gerekir. Sevgi, anlayış, empati gibi...

ALİYE YÜCEL

25 Aralık 2016 Pazar

BENİM HİKAYEM


25 Aralık doğum günüm... Benim hikayem bugün başladı. Bugün yazmayı düşündüğüm başka bir konu vardı. Ancak "25 Aralık" olunca kendi hikayemden bahsetmek istedim. Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinde doğdum. Doğduğum yıllarda çocuk felci çok yaygın bir hastalıkmış... Ben de 9 aylık iken çocuk felci geçirdim. Bu nedenle bedensel (ortopedik) engelliyim. Çocukluğum ev, okul ve hastane üçgeninde geçti.  Ameliyatlar, doktor kontrolleri, fizik tedavi süreçleri...

Ailem benim için en büyük şans... Çok farklı karakterde olan annem ve babamdan ayrı ayrı konularda, ayrı ayrı güçler aldım. Annem, babam ve kardeşlerim bana hiç bir zaman engelli gibi davranmadılar. Eksikliklerimi gördüler ama hep artılarımı ön plana çıkardılar. Bu da beni daha güçlü yaptı. Böyle olunca çevreden gelen olumsuz etkilere aldırmamayı öğrendim. Ailem eğitim almam konusunda da maddi ve manevi desteği hiç esirgemedi.

Eğitim herkes için ilk şart... Ancak engelliyseniz bu çok daha önem kazanıyor. Sadece çalışan bir birey olmak için değil... Çevreye kendini kabul ettirmenin de bir yolu bu... Başarılı bir öğrenciydim. Tabii böyle olunca çevrede bir kabul görüyorsunuz, bu da bir özgüven sağlıyor... Özgüven çok önemli. Yoksa engelli olmak çok daha zor.


İlk, orta ve lise öğrenimimi ilçemde, Mustafakemalpaşa'da tamamladım. Üniversite öğrenimi için İstanbul'a geldim. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ilk tercihimdi. Oradan mezun oldum. Mezun olduğum yıllarda maalesef engellilere öğretmenlik hakkı verilmiyordu. Bu nedenle öğretmen olduğum halde, mezuniyet için gerekli olan stajımı yaptığım halde, mesleğimi  yapamadım.

Sevdiğim bir alan olduğu için medya sektöründe çalışmaya başladım. 1989 – 1990 yıllarında Kadın ve Aile Dergisi’nde editör olarak; 1991 – 1994 yılları arasında engellilere yönelik Yaşama Sevinci Dergisi’nde editör, yine engellilere yönelik hazırlanan ve TRT’de yayınlanan Her Şeye Rağmen programında yapım yardımcısı olarak çalıştım. Sonra TGRT'ye girdim.

TGRT'de uzun yıllar çalıştım. 1994 ile 2010 yılları arasında... Metin Yazarlığı, Yapım - Yönetim Yardımcılığı (Kadın ve Sağlık Programlarında), TGRT - Basın ve Halkla İlişkiler Basın Tanıtım Sorumlusu ve TGRT HABER Medya Sorumlusu olarak görev yaptım. 2010 yılından bu yana da Beyazay Derneği ve İŞ-KUR’un ortak projesi olan engelli istihdamına yönelik Engelli Kariyeri’nde Değerlendirme Uzmanı olarak çalıştım.

Bu arada engellilere yönelik çeşitli projelerde çalıştım. Danışmanlık yaptım. 2011 yılında yazmaya başladığım halen yazmaya devam ettiğim engelli ve engellilik hakkında yazdığım "Engeloji" isimli kişisel bir blogum var. Bu yazıyı okuduğunuza göre  biliyorsunuz! Ve aynı isimli bir kitabım var.

ALİYE YÜCEL

27 Mart 2016 Pazar

YETİŞEN BİR HAYAT


Demirhan Kadıoğlu'nu şahsen tanıyor, çalışmalarını biliyordum. Engelsiz Kalemler Uluslararası Yayım Dergi ve İletişim Fuar Programı sayesinde günlerce aynı ortamda bulundum. Böylece kendisi ve eşiyle tanışma fırsatım oldu. Zaman zaman sohbetler ettik. Biri sorsa "Tanıyorum" derdim. Ama onu gerçekten tanımam "Yetiştirilmiş Hayatlar" sayesinde oldu. "Onu tanıyorum" diyebilmek için kitabının okunması gerektiğine inanıyorum. Yoksa bir şeyler eksik kalır...

Demirhan Kadıoğlu; karikatürist, yazar, televizyoncu ve radyocu... Çalışmalarını burada sıralamak mümkün değil. Böylesine yazabilmek ve çizebilmek herkesin harcı değil. Resim yeteneğine neler yazılır bilemiyorum. Fuar boyunca isteyen herkesin resmini bir kaç dakika içinde çizmesi hangi takdir cümleleriyle anlatılır? Kendi deyimiyle "en etkili iletişim ve etkileşim alanı olan çizgi" onun için çocuk oyuncağı... 

"Yetiştirilmiş Hayatlar" roman tadında bir otobiyografi... Demirhan Kadıoğlu, yetiştirme yurdundaki anılarını ve oradaki hayatını yazmış... Kitabında bize bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını aralıyor. Bildiğimizi sandığımız ama asla tam anlamıyla bilemeyeceğimiz, empati yapmakta da zorluk çekeceğimiz bir dünyanın... Yetiştirme yurtlarındaki hayatın... İnsan yazılanların bazılarına inanamıyor, inanmak istemiyor. Okurken bir duygu seline kapılmamak, gözyaşlarına hakim olmak zor...


Yetim ve öksüz kavramları içimizi sızlatır. Ne derin manalar taşır... Ama gerçek yetim ve öksüzler yetiştirme yurtlarında galiba... Bunu bir kez daha sarsıcı bir şekilde anladım. Çünkü diğer anne ve babası olmayan çocuklar eğer yakınlarının (babaanne, anneanne, dede, hala, teyze, amca, dayı gibi) yanında kalıyorsa sevgi, şefkat, merhamet ve yakınlık görebiliyor. Oysa yurttaki çocuklar bundan mahrum kalıyor. Çocuk ve yetiştirme yurtlarındaki hayatlar tahmin bile edemeyeceğimiz türden... Oradaki çocuklar; annesiz, babasız, kardeşsiz, ailesiz olmaktan daha farklı acılar da yaşıyormuş, bunu anladım.

Demirhan Kadıoğlu, küçük yaşta iken çocuk felci geçirmiş ve onun izlerini taşıyor. Ancak kitabında engelliliğinden çok fazla bahsetmemiş... Çocuk felci geçirdiği zamanı ve bazı zorluk çektiği noktaları yeri gelince anlatmış. Ancak yaşadığı şeylerin yanında engellilik hep ikinci planda kalmış... Dünya imtihan dünyası... Herkesin bir imtihandan geçtiğini biliyoruz. İnsanların hangi imtihandan geçtiğini biz asla bilemeyiz ya da yanlış teşhiste bulunabiliriz. Ancak nedense ben kitabını okurken Demirhan Kadıoğlu'nun asıl imtihanının (aynı kendim gibi) "engellilik" olmadığını düşündüm!

"Yetiştirilmiş Hayatlar" herkesin yüreğine dokunacak türden... O nedenle mutlaka okunmalı... Demirhan Kadıoğlu, ajitasyon yapmadan yaşadıklarını çok etkileyici bir biçimde yansıtmış... Annesizliği, babasızlığı, kimsesizliği ve yalnızlığı çok çarpıcı bir şekilde anlatmış... Yetiştirme yurdu çocuklarının gerçek hikayesini bize aktarmış... Günümüzde şartlar ve imkanlar değişti. Bunu biliyoruz. Ancak çocuk yüreklerde annesiz, babasız, ailesiz olmak hiç bir zaman değişmez. "Bir gün mutlaka gelecek" umuduyla anne ve babayı beklemek her dönemde aynıdır. Öyle değil mi?


ALİYE YÜCEL         

8 Kasım 2015 Pazar

KOLTUK DEĞNEKLİ DAĞCI


Bu yıl Cumhuriyetimizin 92. yıldönümünü kutladık. Bu nedenle Türkiye genelinde çok çeşitli etkinlikler yapıldı. Bursa Valiliği'nin de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle farklı bir etkinliği vardı. Uludağ Dağcılık Kulübü, Uludağ'ın zirvesine bir tırmanış düzenledi. 40 dağcı tam 13 saat süren bir zirve yürüyüşü gerçekleştirdi. Dağcılar karlarla kaplı zirveye çıkınca Türk Bayrağı'nı açtılar ve İstiklal Marşı'mızı okudular. Bu dağcılar arasında farklı bir dağcı vardı. O da koltuk değneğiyle dağa tırmanan Mustafa Kılıçarslan.

54 yaşındaki Mustafa Kılıçarslan, 4 aylık iken çocuk felci geçirmiş ve sağ bacağı felçli... Bacağı felçli olduğu için dağlara koltuk değneklerinin yardımıyla çıkıyor. Kılıçarslan, Kayseri'de yaşıyor. Sporla, özellikle de doğa sporlarıyla ilgilenen Kılıçarslan'ın asıl mesleği avukatlık. Engelli dağcı, önceleri doğa yürüyüşleri yapmaya başlamış, bu yürüyüşler ona iyi gelmiş. Kendini iyi hissedince yürümeye devam etmiş, yürümek ona yetmeyince de dağlara çıkmaya başlamış...

Mustafa Kılıçarslan'ın Uludağ'ın zirvesine ilk çıkışı... Ancak başta Ağrı Dağı (2 defa) ve Erciyes Dağı (13 defa) olmak üzere Aladağlar, Bolkarlar, Hasan Dağı, Antalya Bey Dağları gibi otuza yakın dağa tırmanmış... Normal hayatında koltuk değneklerine çok fazla ihtiyaç duymasa da uzun mesafelerde ve dağlara çıkmak için koltuk değneği kullanıyor. Dağlara tırmanmak için koltuk değneklerini kromdan özel olarak yaptırıyormuş... Kılıçarslan, dağcılığın yanı sıra maraton koşularına da katılıyor. Yıllarca sigara içen Kılıçarslan, doğa yürüyüşlerine başladıktan sonra sigarayı da bırakmış...


Bir tırmanışından sonra verdiği röportajda bu konuda "Sonra gördüm ki benim engelim sigara bağımlılığıymış... Engelim sakat bacağımda değil, sigaradaymış. Bu nedenle sigara içenleri biraz engelli gibi görüyorum. Çünkü sigara içenler dağlara çıkamıyorlar. Ama ben çıkabiliyorum..." diyor. Ve şöyle devam ediyor: "Her şeyden önce sağlıklı olmak için dağlara tırmanıyorum. Tırmandıkça kendimi daha güçlü hissediyorum. Günlük hayatta da daha rahat hareket ediyorum. Beni engelli bacağımla ve koltuk değnekle dağlara tırmandığımı görenler özeniyor..."

Bir hastalığı olmadığı sürece ömrü yettiği kadar doğa yürüyüşlerine ve dağ tırmanışlarına devam edeceğini belirten Mustafa Kılıçarslan, yaptıklarıyla örnek olmuş, pek çok kişinin de sigarayı bırakmasına ve sağlıklı yaşam yürüyüşüne başlamasına da sebep olmuş... Engelli dağcı yaptıkları ve söyledikleriyle çok güzel mesajlar veriyor. Bize azmin önemini gösteriyor. Onun başarısıyla bir kez daha görüyoruz ki insan bir şeyi çok isterse engeller kalkıyor.

Felçli olarak yürümek hatta bazen bir basamak bile çıkmak oldukça zordur bunu biliyoruz. Bunda bile zorlanan bir kişi için bir dağa tırmanmak, hem de dağın zirvesine çıkmak gerçekten büyük bir başarı değil de nedir? Dağcılık en zor sporlardan biridir. Bacakları sağlam olan kimseler için bile dağa tırmanmak zor bir sporken, onun koltuk değneği ile dağa tırmanması engelli, engelsiz herkese bir ibret olmalı...


ALİYE YÜCEL

3 Ağustos 2014 Pazar

MURAT GÖĞEBAKAN'IN İÇİNDEKİ UKDE


Lösemi (kan kanseri) tedavisi gören sevilen sanatçı Murat Göğebakan'ı kaybettik. Genç yaştaydı, 46 yaşında... Pek çok kişinin bildiğini tahmin ediyorum, Murat Göğebakan bir bacağından engelliydi. Nedense engelinin çocuk felci olduğunu tahmin ediyorum. Bir televizyon programında ise bir traktör kazası nedeniyle olduğunu anlatmıştı. Resmi web sitesinde de engeli hakkında hiç bir bilgi yok.

Murat Göğebakan, 1968 yılında Adana'da dünyaya geldi. Anne ve babası Almanya'da çalıştığı için, çocukluğu Türkiye ile Almanya arasında geçti. Küçük yaşta müziğe ilgi duyan Murat Göğebakan, gitar dersleri aldı. Lise eğitiminin ardından Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı'na girdi. Eğitimini bitirdikten sonra Çukurova Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak görev yaptı. İlk evliliğini genç yaşlarda yapan Göğebakan'ın bu evlilikten bir oğlu oldu.

Albüm çalışması için 1995 yılında İstanbul'a geldi. 1996 yılında ilk albümü Ben Sana Aşık Oldum'u çıkaran Murat Göğebakan o yıl büyük bir çıkış yaptı. 1998 yılında Kral Tv Müzik Ödülleri'nde "Yılın Şarkısı", "En İyi Söz", " En İyi Rock" ve "En İyi Çıkış Yapan" kategorilerinde aday gösterildi. "En İyi Çıkış Yapan Erkek Sanatçı" ödülünü kazandı. Albüm çalışmalarına devam etti. 2000 yıllında ikinci evliliğini yaptı.


2002 yılında çıkardığı "Ay Yüzlüm" isimli albümü MÜYAP'ın En Çok Satan Albüm Ödülü'nü aldı. Albüme ismini veren Ay Yüzlüm en çok bilinen ve sevilen parçasıydı. Türkiye'de Anadolu Rock müziğin bir kaç isminden biri olan Murat Göğebakan 2009 yılında amansız hastalığa yakalandı. Tedavisi olumlu geçti ve iyileşme göstererek sevenlerini mutlu etti. Bu arada da müzik çalışmalarını sürdürdü. Son olarak Başbakan için "Uzun Adam" isimli bir beste yaptı ve seslendirdi. Tasavvufa ilgi duyan ve dergah eğitimi de alan Göğebakan'ın "Hasan'dan Olma Hatice'den Doğma Murat Göğebakan" isimli bir de kitabı var.

Mütevazı kişiliği ile çok sevilen Murat Göğebakan kendisine "Sevgi Adamı" lakabını takmıştı. Sanatçı Kanal D'de yayınlanan Doktorum programına telefonla bağlanıp, kendi gibi lösemi tedavisi gören çocuklara destek olacağının ve içinde kalan bir ukdeyi şöyle paylaşmıştı: "Bir daha dünyaya gelsem Vallahi Billahi , yakartop oynamak isterim! Küçükken bir öğretmenim ayağım sakat olduğu için yakartop oynatmamıştı. O beni korumak istemişti. Ama ben hala onun üzüntüsünü yaşıyorum." İlginç değil mi? Öğretmeninin zarar göreceği endişesiyle kendisini arkadaşlarıyla oynatmadığı oyun, içine ukde olmuş...

Eminim ki her engellinin diğerlerine anlamsız, belki de saçma gelebilecek. Ancak onun için çok yerinde ve içinde ukde kalan bir şeyler vardır. Belki duyanlar şaşırır "Allah Allah... Bu mu istenir? Bu imkanlar içinde bunu mu istedi?" diyebilirler. Ancak bu böyledir. Şimdi cennette yakartop oynanır mı?! Oynansa bile Murat Göğebakan, orada yakartop oynamak ister mi?! Bilemeyiz! Onun için en büyük dileğimiz: Mekanı cennet olsun. Allah ona rahmet eylesin.

ALİYE YÜCEL  

3 Mart 2013 Pazar

TÜRK HAWKING KİMDİR?


Prof. Dr. Onur Güntürkün tekerlekli sandalyede hayatını sürdüren çok başarılı bir bilim adamı… Bu nedenle bilim çevrelerince “Türk Hawking” adını almış… Güntürkün, insan beyninin çok önemli bir sırrını çözüp; beynin iki yarısının farklı çalıştığını kanıtlayarak, geçtiğimiz Aralık ayında Almanya’nın en büyük ödülü Leibniz Bilim Ödülü’nü kazandı. Böylece Nobel adayları arasına girdi.
1958 yılında doğan Onur Güntürkün engelli olma hikayesi 4 yaşında iken o yıllarda çok yaygın olan çocuk felci geçirmesiyle başlıyor. Bir gece ateşleniyor ve tüm vücudu tutmaz hale geliyor. Görüyor, anlıyor, konuşuyor. Fakat hareket edemiyor. O günden sonra da hayatını tekerlekli sandalyede sürdürüyor. Ama başardıklarını görünce bu durumun onun hayatını asla olumsuz etkilemediğini anlıyoruz.
Güntürkün tedavisi için Almanya’ya gidiyor. Tedavisi yapılırken bir yandan da eğitimini sürdürüyor.  Okulundaki tek engelli ve tek Türk öğrenci olan Güntürkün küçük yaşlarda bilime ilgi duyuyor. Arkadaşları koşup oynarken o zamanının çoğunu kitap okuyarak geçiriyor. Hayvanlar üzerine çeşitli deneyler yapıyor. Ortaokulu Almanya’da bitiriyor, oturma izinleri bitince Türkiye’ye dönüyorlar. Liseyi İzmir’de okuyor. Lise son sınıfta TÜBİTAK’ın Bilimsel deneyler yarışmasında balıkların siyah beyaz gördüğünü kanıtlayarak finale kalıyor. Liseyi birincilikle bitirip üniversite eğitimi için tekrar Almanya’ya dönüyor.
 
Lisans eğitimini Psikoloji üzerine yapıyor. Ancak bitirme tezinin konusu “Beyin” olarak seçiyor. Çünkü en merak ettiği konu insan beyninin nasıl çalıştığı oluyor. Bu konudaki her türlü yayını okuyor. İnsan beynine benzeyen güvercin beyni üzerine çeşitli çalışmalar yaparak öğrenme ve davranışlarda beynin sağ ve sol yarısını farklı çalıştığını buluyor. Üniversiteyi pekiyi derece ile bitirip yardımcı araştırmacı olarak doktoraya başlıyor.
Onur Güntürkün, 35 yaşında Almanya’nın en genç profesörü oluyor. 39 yaşında ise mesleğinin zirvesine yükseliyor ordinaryüs profesör oluyor. Şu anda ise Almanya RUB Üniversite’sinde Psikoloji bölümünde dekan olarak görev yapıyor. Üniversitenin sayfasındaki kariyer basamaklarına baktığınızda inanamıyorsunuz. Bu kadar yıla sığdırılamayacak kadar başarı… Birçok önemli buluş, pek çok ödül…
Türk Hawking, çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor. İnsanı tanımaya ve hafızayı anlamaya çalışıyor. Unutkanlığı tarih yapmak için uğraşıyor. Sadece kariyer yapmakla kalmayan Prof. Dr. Güntürkün mutlu bir aile babası… İş dışında bütün vaktini eşi ve çocuklarıyla geçiriyor.
Prof. Dr. Güntürkün’ün bilim tutkusunun engelinden mi kaynaklı olduğunu düşünüyor insan… O da bunu düşünmüş ve bu soruyu kendine sormuş, cevap olarak “Bu durumda olmasam da bilimle ilgilenirdim” diyor. Engelini ve tüm engelleri aşarak büyük bir başarı hikayesinin mimarı oluyor. Başarının hangi şartlarda olursa olsun, istenirse nasıl elde edilebileceğinin en canlı örneği oluyor. Kim bilir belki de bir gün Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan ilk Türk olacak…
 
ALİYE YÜCEL

18 Ocak 2012 Çarşamba

TAHTA BACAK FRİDA!


Frida Kahlo’yu Salma Hayek’in filminden çok önce tanıdım. Yıllar önce bir gazetede ondan bahsederken “Küçük yaşta çocuk felci geçirmişti…” cümlesi yüzünden hayatı hep ilgimi çekti. Yaşadıkları, içinde bulunduğu durum, güçlü duruşu beni çok etkiledi. Sonrasında kendisini araştırdım ve takip ettim…  
Özel hayatındaki yanlışları, aykırılıkları, tasvip edilmeyebilir ve tartışılır. Ama benim için yaşama azmi çok önemliydi. Bana anlattığı veya çıkarmam gereken ders, tam bir “Yıkılmadım, ayaktayım kadını” oluşuydu! Özrüyle baş etmesini bilmesiydi!
Neler neler yaşamış… Küçük yaşta çocuk felci geçir sakat ol! Sonra gençliğinde trafik kazası geçir daha ağır bir sakat ol! Ne hayat! Öyle bir hayat hikayesi ki sanki başına gelmeyen kalmamış!
Frida Kahlo, 21. Yüzyılın en önemli kadın ressamlarından biri... Ünlü ressam Pablo Picasso bile kendisi için “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” demiştir. Kahloism diye bir sanat akımı, Frida Kahlo diye bir moda akımı vardır. Frida, aykırı bir sanatçı, duygu ressamı, özgürlük öncüsü, militan ve de sakat bir kadındır!
Frida Kahlo, 1907 yılında Meksika’da doğmuş... Hayata şanssızlıkla başlamış… Annesi o bebekken hastalanmış ve onu emzirememiş bile… Altı yaşında çocuk felci geçirmiş, ölebilirmiş! Ölmemiş ve sağ bacağı felçli olmuş… Bacağının sakatlığını, inceliğini kafasına taktığı için hep uzun etekle dolaşmış… Ama yine de arkadaşları ona hemen bir lakap yapıştırmış: “Tahta Bacak Frida!”

Frida, çocukken geçirdiği hastalığı (Çocuk Felci) dünyadan silmek için tıp okumayı kafasına koymuş… O zamanlar Meksika’da bir tane tıp fakültesi varmış, onda da hiç kız öğrenci yokmuş… Ama o Tıp Akademisi olan Ulusal Hazırlık Okulu’na tarihindeki ilk kız öğrenci olarak kaydolmayı başarmış… Bu okulda sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarla ilgilenmiş…
18 yaşında iken okul dönüşü erkek arkadaşı Alejandro ile otobüs kazası geçirmiş… Otobüsteki demir çubuk karnından girip, leğen kemiğini parçalamış, bel omurlarını dışarı çıkarmış, kaburgalarını kırmış… Ayrıca, sakat olan sağ bacağı da pek çok yerden kırılmış! Kaza yerinde öldü sanmışlar, sonra yaşadığı anlaşılmış ve param parça olan vücudu hastaneye getirilmiş… Doktorlar yaşamaz diye düşünseler de ellerinden geleni yapmışlar ve tam 32 ameliyat geçirmiş...
Evine döndüğünde ev eşyalarının olmadığını görmüş… Hepsinin bakım masrafları için satıldığını öğrenmiş… Sadece piyanosu ve kitapları duruyormuş… Annesi canı sıkılmasın diye yatağının üzerine gelecek şekilde tavana bir ayna asmış... Frida, gözlerini açınca ilk kendi resmini yapmış ve bu resmini sevgilisi Alejandro’ya hediye etmek istemiş… İstemiş istemesine de Alejandro’nun yatalak olduktan sonra onu terk ettiğini anlamış!
Geçirdiği bu kazadan sonra “Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam!” diyerek yaşadığı bunca şeye bana mısın? Dememiş… Acıyı kısa süreli, geçici bir şey olarak görmemiş, acıyla barışık bir hayat sürmüş… Biyografisi öyle uzun ki… Bu nedenle şimdilik bu kadar… Önemli ayrıntılar devamında…

ALİYE YÜCEL