> Engeloji

Translate

28 Ekim 2012 Pazar

ÖLÜMÜ İSTEMEK



İnancıma ters bir konuyu, ‘ötanazi’yi işlese de müthiş etkileyici bir film… İnancım gereği hayata Ramon gibi bakmasam da, ona hak vermek istemesem de iyi ki seyrettim dediğim bir film “İçimdeki Deniz”. Filmin gerçek hayattan alındığını bilmek mi çok inandırıcı kılıyor, yoksa filmin her şeyiyle (oyuncular, yönetmen, konu, senaryo) mükemmelliği mi böyle düşündürtüyor bilemedim.
Ramon Sampedro, 19 yaşında denizlere açılan ve dünyayı keşfe çıkan bir denizciydi. 25 yaşında yüksek bir yerden denize atlamış ve bel kemiği kırılmıştı. Boynundan aşağısı felçli, yatağa bağımlı ve bakıma muhtaç biri haline gelmişti. 28 yıl böyle yaşadı. Ölümünü istiyordu. Ancak, intihar bile edemeyecek bir durumdaydı. Yani, ölmek için bile başkasına muhtaç olduğu için ötanazi istemişti. Ama yasalar buna engeldi. Amacına ulaşmak için İspanya hükümetine başvurmuştu. Bu hukuk savaşı sürerken hayatına iki kadın girdi. Biri kendisi de engelli olan avukatı Julia, diğeri onu ölümden vazgeçirmeye çalışan ama sonunda ölmesi için ona yardım eden Rosa.
Ramon’un ötanazi talebi yıllarca sonuçlanmadı. Ülkesinin ve uluslararası basının ilgisini çekti. Hakkında yazılar yayınlandı. Bu arada boş durmayıp yattığı yerden ağzıyla yazıyordu. Yazıları “Cehennemden Mektuplar” adlı kitabında yayınlandı. 1998 yılında ötanazi planını uyguladı.
İçimdeki Deniz  (Mar Adentro) filmi Ramon’un hayatını anlatıyor. Film yönetmen Alejandro Amenabar tarafından 2004 yılında sinemaya aktarıldı. Filmdeki bütün oyuncular çok başarılı ama Javier Bardem bir başka! Javier Bardem’i tanımayan biri seyrederken, “Bu adam gerçekten yatalak mı?” sorusunu sorabilir! Oyunculuğun sadece bedenle, kolla, bacakla yapılmadığını; yüz mimikleri ve gözlerle de yapılacağını gördüm ve çok sevindim!
Filmin hemen hemen her repliği ezberlemek ve hatırlamak isteyeceğiniz kadar etkileyici… Hepsi iç yakıyor, kalp sızlatıyor! Aşık olduğu avukatına “Sana ulaşmak ve dokunmak için kat edebileceğim iki adım, benim için imkansız bir yolculuk…”demesi, onu ikna etmeye gelen rahibin “Bir hayata mal olan özgürlük, özgürlük değildir” demesi üzerine Ramon’un “Özgürlüğe mal olan hayat da hayat değildir” diye cevap vermesi, kendisine aşık olan Rosa’ya "Bak, beni gerçekten seven, ölümüme yardım edecek olan kişidir; aşk bu Rosa, bence kesinlikle bu…" demesi, babasının “Bir baba için oğlunun ölmesinden daha kötü bir tek şey var; oğlunun ölmeyi istemesi” demesi, “Eğer kaçamıyorsan ve başkalarına bağımlıysan, gülümseyerek ağlamayı öğreniyorsun” demesi gibi, her biri anlatılamayacak duygular yaşatan repliklerle dolu…

Ramon, ölmek istiyor ama baktığınızda hayat dolu ve dışa dönük biri… Yatağa bağlı,  hiç hareket edemeyen bu adam yattığı yerden aşık oluyor. Kadınları kendine aşık ediyor. Bir insan ölümü bu kadar çok ister ve beklerken, kaçmak istediği bu hayata aşkı nasıl sokabiliyor? Şaşırıp kalıyorsunuz. Sanki o noktada Ramon’a inanamıyorsunuz.
Ötanazi gibi hassas bir konuyu işleyen film; intihar ile ötanazi arasındaki ince çizgiyi de vurgulamış… Ölmeyi tercih eden insanlar olduğu gibi; ne olursa olsun, ne durumda olursa olsun yaşamayı tercih edebilen insanlarında olabileceğini ortaya koymuş… Gerçek hayattan alındığı için sonunu bilmeme rağmen içimde bir umutla hep Ramon’un ölümden vazgeçmesini bekledim.
Ramon Sampedro “Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum.” diyor. Hayatın sadece hareket etmek olduğunu düşünürsek, böyle yaşamak istenmeyebilir… Ama hayat sadece hareket etmek, edebilmek midir?
Filmin pek çok ödül alması çok doğal… Ne dense, ne yazılsa anlatılamayacak bir film… Bir film daha güzel nasıl olabilir? İnsana ne çok şey anlatıyor. Üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, ilişkileri, koşulsuz sevmeyi, şükretmemiz gereken şeyleri… Seyretmek gerekiyor. Ötanazi hakkında ne düşünürseniz düşünün, ötanazi fikri size ters gelse de mutlaka seyredin.
ALİYE YÜCEL

22 Ekim 2012 Pazartesi

ATASÖZLERİ, DEYİMLER VE BİZ


 
Sözlü kültürümüzün çok önemli parçası olan atasözleri ve deyimler toplumun inanç, kültür, duygu ve düşünce yapısını yansıtıyor. Toplumun kişilere, olaylara kısaca hayatta var olan her şeye bakışını anlamak için kullandığı atasözü, deyim ve halk tabirlerine bakmak gerekiyor. Türkçe bu yönden çok zengin bir dildir. İnsan ilişkileri, çeşitli olaylar, hayata dair her konuda pek çok atasözü, deyim ve halk tabiri vardır.  
Dilimiz; dolayısıyla atasözü, deyim ve halk tabirleri de toplumun engelliye bakış açısına göre şekillenmektedir. Toplumun engellilere bakış açısı bellidir! Engelliler için kullanılan kör, sağır, topal, kambur, deli, dilsiz gibi tanımlamalar atasözü, deyim ve deyişlere de yansımıştır. Böylece atasözleri ve deyimlerde engellilere toplumun ayrımcı bakışını gösteren ifadeler bulunmaktadır.
“Körle yatan şaşı kalkar”, “Kör satıcının kör alıcısı olur”, “Kör topal gitmek”, “Körler sağırlar, birbirini ağırlar”, “Sağır duymaz, uydurur”, “Kör topal gidiyor”, “Kör topal birini bulmak”, “Topalla gezen aksama öğrenir”, “Körler memleketinde şaşılar padişah olur”, “Eli ayağı düzgün olsun da” gibi… Bu listeyi uzatmak mümkündür… Ayrıca; “Oğlum sakat mısın?”, “Spastik hareketler yapma!”, ” “Kör müsün?”, “Bu işte bir sakatlık var!”, “Özürlü müsün nesin?” gibi hakaret amaçlı kullanılan cümleler de vardır.
Çocukken, bebekleri doğacak kişilerin “Kız ve erkek olsun hiç fark etmez. Eli ayağı düzgün olsun da…” sözü içimi acıtırdı. Bu halk arasında çok kullanılan ve iyi niyetle söylenmiş bir dilektir… Ama bu cümle engelli birinin gözlerinin içine bakarak söylendiğinde, onu ne çok incittiği hiç düşünülür mü?
“Körle yatan şaşı kalkar” sözünü ele alalım. Anlatmak istediği “Değersiz kişilerle dostluk yapan, kötü özellikler kapar” değil midir? Bu neden bir engelli üzerinden gösterilir? Bu engellileri niteliksiz, değersiz, işe yaramaz, beceriksiz, asalak, istenmeyen kişiler olarak göstermez mi? Bunun yerine “Üzüm üzüme baka baka kararır" desek olmaz mı?
Evlenecek kişiye kimseyi bulamaması durumunda yarım yamalakta olsa, iyi kötü olsun da “Kör topal birini bul” demek neyin nesidir? Herhangi birileri anlamına gelen “Keli, körü toplamak” engellinin ne kadar küçümsendiğini göstermez mi? Bunun gibi daha pek çok örnek verebiliriz.
Atasözü, deyim ve halk tabirleri çok anlamlıdır, çok şey anlatır. Anlatım gücünü arttırır… Ama hepsi için çok doğrudur diyemeyiz! En azından engellilerle ilgili olanları için… Yoksa “İçler acısı” bir durumdayız. Allahtan Allah katında üstünlük takva ile!
Günlük hayatımızda kullandığımız kelime, deyim ve kavramları yeniden gözden geçirmeli, engellileri küçük düşüren ve rencide edenleri kullanmamaya çalışmalıyız. Biliyorum çok zor bir şey istiyorum! Ama gün gelip düşünce, değerlendirme ve beğeniler değiştikçe bu bakış akışı da değişecek… Engellilere yönelik yanlış bakışı taşıyan atasözleri ve deyimler de dilden uzaklaşacak… Onların neler yapabildiğini ya da yapabileceğini gösteren atasözleri ve deyimler zamanla dilimizde yer alacaktır.
 
ALİYE YÜCEL

14 Ekim 2012 Pazar

AMPUTE FUTBOL


 
 
Amputasyon, ağır bir şekilde hasar görmüş, hastalıklı, fonksiyonlarını kaybetmiş kol, bacak, el veya ayağın tümünün ya da bir kısmının kesilerek vücuttan atılması işlemidir. Ampute Futbol (Engelli Futbolu) ise; bacaklarından biri olmayan sporcuların koltuk değneği (kanadyen) kullanarak oynadığı bir engelli sporudur.
 
Ampute Futbol Takımı, 6 oyuncu ve 1 kaleciden oluşur. Kaleciler tek kolludur. Ampute futbolda diğer futboldan farklı kendine özgü bazı kurallar vardır. Karşılaşmalar, 25’şer dakikalık 2 devreden oluşur. Devre araları 10 dakikadır. Taç atışı ayakla yapılır. Ofsayt yoktur. Oyuncu değneğiyle topu atamaz. Oyuncu değişikliğinde sınır yoktur. Her iki takımında mola hakkı vardır. Oyuncuların kesik uzuvlarıyla topa dokunmaları yasaktır...
 
Ampute Futbol, 2. Dünya Savaşı sonrası gaziler arasında başlamıştır. 1998 yılından bu yana da Avrupa ve Dünya Şampiyonları organize edilmektedir. Türkiye’de ilk olarak 2003 yılında Karagücü Ampute Futbol Takımı, Uluslararası Ampute Futbol Federasyonu (IAFF) kuralarına uygun olarak çalışmalara başlamıştır.
 
Bedensel Engelliler Spor Federasyonu da Ampute futbolun Türkiye’de tanınması ve lig kurulması için 2004 yılında faaliyet programına almış ve çalışmalara başlamıştır. Ampute futbolun Türkiye’deki gelişimine paralel olarak Türkiye Bedensel Engelliler Spor Federasyonu (TBESF) tarafından 2009 – 2010 sezonunda Türkiye Ampute Futbol Süper Ligi kurulması kararı alınmıştır.
 
 

Ampute Milli Takımımız 16 ile 35 yaş arasındaki futbolculardan oluşuyor. İçlerinde dört gazi sporcu da var. Ampute Futbol, Türkiye’de çok geç başlamasına rağmen büyük başarılar elde edildi. Milli takımımız Ampute Futbol Dünya Kupası’nda şampiyonluğu kıl payı kaçırmıştır. Kendi branşında da dünyanın sayılı takımları arasında yer almaktadır.
 
Daha önce ülkemize iki dünya üçüncülüğü ve Avrupa ikinciliği kazandıran Ampute Milli Takımımız 7 – 14 Ekim 2012 tarihleri arasında Rusya’da yapılan Ampute Futbol Dünya Kupası’na katıldı. Rusya’nın Kaliningrad kentinde düzenlenen şampiyonada 12 takım arasında yarı finale kalma başarısını gösterdi. Final şansını kaçıran millilerimiz bugün Arjantin’le karşılaştı ve bu maçı 3 – 0 kazanarak, üçüncü kez dünya üçüncüsü oldu.
 
Ampute futbola sadece bir spor karşılaşması olarak bakmamak gerekir. Bedensel bir eksikliğin sosyal hayatın içinde olmaya engel teşkil etmediğini göstermesi, her türlü şartlarda hayata bağlanmak gerektiği, engellerle başa çıkmanın bir yolu olduğunu görmek acısından çok önemli… Ama asıl önemli olan engelli biri olarak sporcu kimliği kazanmak ve bu kimlikle uluslararası bir başarı elde etmek…
 
Peki, tüm bunlardan, dünya kupasına katılan ve bugün üçüncülük için mücadele veren bir milli takımımız olduğundan kaç kişinin haberi var? Futbolun çok büyük ilgi gördüğü ülkemizde Ampute futbolun bilinmemesi ve ilginin az olması çok üzücü… Ampute Milli Takımımız bu kadar önemli başarılar yakalarken medyada yeteri kadar yer almaması ise garip bir durum…
 
 
ALİYE YÜCEL

7 Ekim 2012 Pazar

YANLIŞ TANINAN ENGELLİLER: SPASTİKLER


Spastik engelli birini tanıyor musunuz? Tanıdığınız bu spastik engellinin bir zeka sorunu olmadığını anlamışsanız, biliyorsanız sorun yok. Ama bunu bilmeyenler maalesef çok… Spastiklerin büyük çoğunluğunun zeka problemi yoktur. Evet, en yanlış tanınan engelliler; spastik engellilerdir. Kendilerini anlatana, tanıtana, ifade edene kadar işleri gerçekten zordur. Gördüğü her engellinin zeka sorunu varmış gibi davranan kişiler en çok da onları incitir!
Serebral Palsi (Cerebral Palsy) yani Beyin Felci geçirmiş kişilere spastik adı veriliyor. Bu hastalığı geçiren kimseler ve halk arasında “spastik” denilen engelliler, zihinsel engelli değildir. Hastanın zeka düzeyiyle ilgili olmayan bu hastalıkta beyin ile vücuda giden sinyallerin tam olmaması nedeniyle istem dışı hareketler ortaya çıkar. Konuşurken kasılırlar, kekelerler, yüzleri çeşitli ifadelere bürünür bu nedenle onları tanımayan kişiler tarafından zihinsel engelli muamelesi görürler. Bu ne büyük bir yanılgı ve hatadır. Bir insanın hareketlerinin yavaş, konuşmalarının bozuk olması onun zihinsel engelli olduğu anlamına gelmez. Onlar normal zekaya sahip olabilirler.
Serebral Palsi kısa adıyla SP geçirmiş kişilerin zihinsel engelli olduğuna dair bir ön yargı var. Bu genel ön yargı nedeniyle spastik engelliler kendilerini doğru ifade etmekte zorlanıyorlar… Spastiklik toplum tarafından yanlış biliniyor.  İnsanlar onları yanlış tanıyor. Toplum tarafından dışlanıyor, hor görülüyor ya da yok sayılıyor. Bazıları, spastik görünce korkup kaçabiliyor.
 
Zihinsel engelli ya da akıl hastası sanılan; sürekli korkulan, kaçılan, hor görülen, küçümsenen biri olmanın spastikler üzerine bıraktığı psikolojik etkiyi bir düşünsenize… Spastikler, günlük hayatta çektiği hareket zorluğu, konuşma güçlüğü gibi pek çok olumsuz etkinin yanı sıra bir de bununla baş etmek zorunda kalıyorlar…
Spastik engelliler pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da sıkıntı çekiyorlar. Okullara alınmıyor, arkadaşları tarafından dışlanıyor, eğitim sisteminin onlara uygun olmaması nedeniyle performanslarını gösteremiyorlar. Eğitimlerini bir şekilde tamamladıklarını varsayalım, bu kez istihdam alanında zorlanıyorlar. Spastik engellilerin iş bulma şansları diğer engellilere oranla daha az oluyor. Özellikle özel sektörde iş bulmaları daha da zor… Oysaki onların beyin güçleri yerinde ve çok şeyi başarabilecek kapasitededirler.
Spastiklerle ilgili bir önemli konuda spastik teriminin kullanımı… Ne acıdır ki spastik kelimesi bir hakaret olarak da kullanılıyor. Öncelikle spastik kelimesinin, bir hakaret veya alay kelimesi olarak dağarcıklardan mutlaka çıkarılması gerekir.
Sonuç olarak spastik engellileri doğru tanımalıyız. Spastiklerin, kasılma ve istem dışı hareketlerden dolayı görünüşleri biraz olağan dışı oluyor. Bu nedenle kimse spastikleri hor görmemeli, onları yok saymamalı, korkmamalı, kaçmamalı… Spastikliğin bir akıl hastalığı veya zeka geriliği değil; sinir sistemi ve dolayısıyla kasların düzgün çalışmamasından dolayı ortaya çıktığını bilmeliyiz.
 
ALİYE YÜCEL

30 Eylül 2012 Pazar

GÜMÜŞ AKREP (SILVER SCORPION)


 
Amerika’nın ünlü çizgi roman yayın şirketi Liquid Comics, geçtiğimiz yıl yeni bir çizgi roman yayınladı. Bu çizgi romanın kahramanı tekerlekli sandalyede hayatını sürdüren Müslüman bir genç… Adı Silver Scorpion Türkçe adıyla Gümüş Akrep.
Silver Scorpion’un hikayesi şöyle: Bashir (Beşir) Bari, Arabistan’da dünyaya gelmiş bir Müslüman… Bashir, genç yaşında mayına basarak bacaklarını kaybediyor ve hayatını tekerlekli sandalyede sürdürüyor. Bashir, önceleri çok üzülüyor ve içine kapanıyor. Bir gün bir demirci ustası gözlerinin önünde öldürülünce içindeki gizli güçleri ortaya çıkıyor! Böylece düşünce gücüyle metalleri kontrol edebilen Gümüş Akrep’e dönüşüyor. O da her süper kahraman gibi dünyayı kötülerden ve kötülükten kurtarmak için çalışıyor.
Silver Scorpion’un Müslüman ve bedensel engelli olmasının yanı sıra çok önemli bir özelliği daha var. Bu çizgi roman profesyonel kişiler tarafından değil, farklı kültürlerden seçilen bedensel engellilerin ortak çalışmasıyla ortaya çıkmış…  Projenin başında Amerikalı bir hayırsever iş adamı Jay T. Snyder var. Open Hands Inıtiative (Açık Eller İnisiyatifi) Başkanı olan Snyder liderliğinde ve Liquid Comics ile ortaklaşa gerçekleştirilen projede tekerlekli sandalyede hayatını sürdüren 12 Amerikalı genç Suriye’nin başkenti Şam’a gidiyor. Burada tekerlekli sandalyedeki Suriyeli gençlerle buluşuyorlar. Bu gençlere bir süper kahraman nasıl olmalı diye sorulup onlara müdahale etmeden çalışmaları isteniyor. Engelli gençler günlerce beyin fırtınası yapıyor ve hayal güçleriyle herkesi kendilerine hayran bırakıyorlar. Böylece onların gurur duyarak oluşturdukları Silver Scorpion (Gümüş Akrep) ortaya çıkıyor.
 
Silver Scorpion’u oluşturan ekibe, hangi süper güce sahip olmak istedikleri sorulduğunda böyle kalmak istemişler, hiç biri engelinin tedavi edilmesini istememiş! Engelli gençlerin hepsi süper kahramanı kendileri gibi düşünmüşler, yani kahraman sağlam bacaklara sahip değilmiş! Bunun üzerine yeni süper kahramanın da tekerlekli sandalyede olmasına karar verilmiş… Ancak bu tekerlekli sandalye bildiklerimizden çok farklı, özel ve fonksiyonel bir sandalye olmuş…
Bu kahraman her iki kültüründe özelliklerini taşıyor ve böylece tarafların birbirine yakınlığını gösteriyor. Süper kahramanların hep bir ihtiyaç olduğunda doğduğu söylenir. Silver Scorpion’da Ortadoğu’nun karışık olduğu dönemde meydana geliyor! Silver Scorpion’un, amacı da Müslüman ülkeler arasındaki gerilimi ortadan kaldırmak!
Gümüş Akrep’in gizli güçleri olduğuna göre kendi engelini neden kaldırmadığı konusunu düşünmemek elde değil. Ancak anlaşılan yapımcılar, bir süper kahramanın engelli de olabileceğini ve önemli olanın insanlığa yardım olduğunu vurgulamak istiyor.
Silver Scorpion (Gümüş Akrep) Amerika, Suriye, Ortadoğu ülkelerinde İngilizce ve Arapça olarak yayınlanıyor. Çizgi roman ayrıca, Open Hands ve Liquid Comics’in internet sayfalarında da ücretsiz olarak tüm dünyadan takip edilebiliyor. Böylece çizgi roman severler, kahramanı tekerlekli sandalyede süper güçlere sahip bir Müslüman olan yeni bir çizgi romanla tanışıyor…
 
ALİYE YÜCEL

23 Eylül 2012 Pazar

SOLAK HATTAT



Elsiz – Ayaksız Hattat Bolulu Mehmet Efendi’den bahsedip de yine engelli bir hattat olan Esad Yesari Efendi’den bahsetmeden olmaz… Hattat Mehmet Esad Yesari Efendi’nin de ilginç bir hayat hikayesi var. O da azmin ve çalışmanın insanı nerelere götürdüğünün en güzel örneğini gösteriyor.
Mehmet Esad Yesari Efendi doğduğunda sağ tarafı tamamen felçli, sol tarafı da güçsüzdü. Ama o bu durumunun hayatını devam ettirmeye, çalışmaya, bir işte çok başarılı olmaya engel olmayacağını kanıtlarcasına yaşadı! Çok küçük yaşta hat sanatına ilgi duymaya başlamıştı. Sağ kolu ve eli tamamen felçli olduğundan sol eliyle yazıyordu. Bu nedenle “Yesari” (Solak) diye anılmış ve bu isimle tanınmıştı.
Babası, Esad Yesari’yi hat dersi aldırmak için önce ünlü hattat Şeyhülislam Veliyüddin Efendi’ye götürdü. O, Yesari Efendi’nin çolak olduğunu görünce “Bu işi yapamaz” deyip kabul etmedi. Ama hat öğrenme aşkı Yesari Efendi’yi başka bir hocaya yönlendirdi. Bu kez Dedezade Mehmet Said Efendi’ye gitti. Mehmet Said Efendi kimseyi kırmak ve incitmek istemezdi. Esad Yesari’ye baktı, güzel yazı yazabileceğine aklı yatmadı ama üzmemek için onu öğrenciliğe kabul etti. Hat çalışması için bir meşk verdi “Buna benzet ve bana getir” dedi. Yesari, bir süre uğraştı ve çalıştığı meşki getirdi. Hocası bakıp “Evladım benim sana verdiğim örneği niye bana gösteriyorsun, sen bana kendi yazdığını göster bakayım" diyerek Yesari’nin yazdığına inanamadı. Yesari Efendi, “Ama hocam bu zaten benim yazdığım” deyince bir kere de gözünün önünde yazdırdı. Esad Yesari, titrek eliyle aynı güzellikte yazdı. Dedezade hayretler içinde kaldı.
 
Böylece Yesari, Dedezade’den ders görüp, icazet almaya hak kazandı. İcazet töreninde onu kabul etmeyen Veliyüddin Efendi de vardı. Yesari Efendi’nin eşsiz hatlarını ve başarısını gören Veliyüddin Efendi onu reddettiğini hatırladı. Ağlayarak “Yazıklar olsun ki. Bu çocuğun hocası olma şerefine ben erecektim. Bilemedim ve kaçırdım. Yüce Allah bu kişiyi bizim kirlenen burnumuzu (kibrimizi) kırmak için göndermiştir!” diye takdir etti.
Esad Yesari Efendi, hat sanatında çok ilerlemiş, devrinin en ünlü hattatları arasında yer alarak Enderun-ı Hümayun’a hat hocası olarak tayin edilmişti. Sultan 3. Selim’in de takdirini kazanmıştı. Yesari Efendi’ye gelene kadar bir hat yazma çeşidi olan “Ta’lik’ yazıda İran hattatları önde gelmekteydi. Esad Yesari Efendi, “Ta’lik’ yazıya en mükemmel şekli kazandırmış ve hat sanatının bu çeşidinde Osmanlı sanatçılarının da mükemmel eserler verebileceğini göstermişti.
Yesari Efendi çok alçak gönüllüydü. Herkes tarafından çok taktir ediliyor, seviliyor, sayılıyor ve itibar görüyordu. Sanatını öğretmek konusunda da çok istekliydi. Bu konudaki bütün bilgisini öğrenmek isteyen herkese veriyordu. Evi bir okul gibiydi. Bu sanatı öğrenmek isteyen herkes belirli günlerde gelip ondan ders alıyordu. Kendi oğlu Hattat Mustafa İzzet Efendi dahil pek çok öğrenci yetiştirmişti. Yesari Efendi 1798 yılında İstanbul’da vefat ettiğinde geriye çok sayıda eşsiz eser bırakmıştı.
 
ALİYE YÜCEL

16 Eylül 2012 Pazar

ELSİZ - AYAKSIZ HATTAT


Hüsn-ü Hat, adı üstünde güzel yazı sanatı… Bir hat yazısına baktığımız zaman bir kalemden böylesine güzel bir yazının çıkması büyük bir hayranlık uyandırır. Deneyimin olduğu için biliyorum... Hat sanatı; yetenek, büyük bir sabır, özen isteyen, incelikli bir sanattır. Bir çırpıda, hatasız yazmak ve her gün çalışmak gerekir. Bir süre bırakınca o da seni bırakır! Yazmakta oldukça zordur… O öyle normal bir kalem ya da fırça tutmaya da benzemez…
Peki, bu güzel yazıyı yazan kimsenin, bir de her iki eli de yoksa? Çok zor, hatta imkansız gibi… Ama böyle biri var! Hattat Mehmet Efendi hem elsiz, hem ayaksız imiş! Her iki el ve ayağı bileklerinden itibaren olmadığı için “Elsiz - Ayaksız” (Bidest-ü Bipa) adıyla da tanınmış... Ayaklarının olmaması bir hattat için problem değil. Ancak ellerinin olmaması insanı hayrete düşürüyor.
1600’lü yıllarda yaşayan Mehmet Efendi bir hastalık sonucu ellerini ve ayaklarını kaybetmiştir. Bolulu olan Mehmet Efendi geçimini temin etmek için Bolu’dan İstanbul’a göç eder... İstanbul’da yolu hattat Suyolcuzade’den ders alan öğrencilerin yanına düşer, onları görünce duygulanır ve yaşlı gözlerle bakıp “Ahhh! Ahhh” çeker... Bunun üzerine Suyolcuzade Mustafa Eyyubi Efendi, bu elsiz, ayaksız kişiyi görünce çok etkilenip önce  “Ya! Rabbi! Bu garip şahısta istidat var. Ama ne el var, ne ayak… Nasıl yardımcı olabilirim ki…” diye düşünür…  Daha sonra Bolulu Mehmet Efendi’nin yanına gelip; elleri olmadığı için kamış kalemi onun, iki bilek kemiği arasına yerleştirip nasıl yazılacağını gösterir… Böylece Mehmet Efendi,  o haliyle büyük bir gayretle hat yazmaya başlar; çalışıp, döneminin sayılı hattatları arasında yer alır. Hatta bir En’am-ı Şerif (Dua Kitabı) bile yazar…


Bu ilginç durum dönemin padişahı 4. Mehmet’in kulağına kadar gelir. Padişah 4. Mehmet, Bolulu Mehmet Efendi’yi huzuruna çağırır ve ondan gözünün önünde bir yazı yazmasını ister. Mehmet Efendi, bilek uçlarıyla hokkasını ve kalemini çıkartıp, kalemi bileklerinin arasına alıp; hiç aksatmadan, mükemmel bir yazı yazar. Yazıyı gören padişah ve yanındakiler hayrete düşerler... Daha önce yazmış olduğu En’am-ı Şerif’i de padişaha takdim edince; 4. Mehmet onu takdir eder ve kendisine yüksek bir maaş bağlar…
Hat sanatında el kıvraklığı çok önemlidir. Elleri olmayan bir kimse, kalemi iki bileği arasında tutup nasıl yazar? Üstelik hattın; şimdiki kalemlere benzemeyen ucu olan bir kalemle, sık sık bir mürekkep hokkasına batırılarak, ayrıca da harflerin güzelliğini sağlayan incelik ve kalınlıkların kalemin tutuş şeklinden çıktığını düşünürsek Mehmet Efendi’nin ne muazzam bir iş başardığını anlarız. Elsiz biri hattat, üstelik hatırı sayılır bir hattat olabiliyorsa; ben bunu yapamam demek ne büyük bir yanılgıdır… 
Hat tarihimizin en ilginç hattatlarından biri olan Bolulu Mehmet Efendi eserlerini “Bidest-ü Bipa” yani “Elsiz - Ayaksız” diye imzalamıştır. Sülüs-Nesih hattı ile yazdığı bir eseri (yukarıdaki ilk fotoğrafta görülen yazı) Topkapı Sarayı Milli Kütüphanesi’nde “Güzel Yazılar Albümü” 321 numaralı sırada kayıtlıdır. Topkapı Sarayı Milli Kütüphanesi’ni gezdiğimizde bu eseri görürsek, ne büyük gayretle ve nasıl yazıldığını unutmayalım…
ALİYE YÜCEL