> Engeloji

Translate

23 Eylül 2012 Pazar

SOLAK HATTAT



Elsiz – Ayaksız Hattat Bolulu Mehmet Efendi’den bahsedip de yine engelli bir hattat olan Esad Yesari Efendi’den bahsetmeden olmaz… Hattat Mehmet Esad Yesari Efendi’nin de ilginç bir hayat hikayesi var. O da azmin ve çalışmanın insanı nerelere götürdüğünün en güzel örneğini gösteriyor.
Mehmet Esad Yesari Efendi doğduğunda sağ tarafı tamamen felçli, sol tarafı da güçsüzdü. Ama o bu durumunun hayatını devam ettirmeye, çalışmaya, bir işte çok başarılı olmaya engel olmayacağını kanıtlarcasına yaşadı! Çok küçük yaşta hat sanatına ilgi duymaya başlamıştı. Sağ kolu ve eli tamamen felçli olduğundan sol eliyle yazıyordu. Bu nedenle “Yesari” (Solak) diye anılmış ve bu isimle tanınmıştı.
Babası, Esad Yesari’yi hat dersi aldırmak için önce ünlü hattat Şeyhülislam Veliyüddin Efendi’ye götürdü. O, Yesari Efendi’nin çolak olduğunu görünce “Bu işi yapamaz” deyip kabul etmedi. Ama hat öğrenme aşkı Yesari Efendi’yi başka bir hocaya yönlendirdi. Bu kez Dedezade Mehmet Said Efendi’ye gitti. Mehmet Said Efendi kimseyi kırmak ve incitmek istemezdi. Esad Yesari’ye baktı, güzel yazı yazabileceğine aklı yatmadı ama üzmemek için onu öğrenciliğe kabul etti. Hat çalışması için bir meşk verdi “Buna benzet ve bana getir” dedi. Yesari, bir süre uğraştı ve çalıştığı meşki getirdi. Hocası bakıp “Evladım benim sana verdiğim örneği niye bana gösteriyorsun, sen bana kendi yazdığını göster bakayım" diyerek Yesari’nin yazdığına inanamadı. Yesari Efendi, “Ama hocam bu zaten benim yazdığım” deyince bir kere de gözünün önünde yazdırdı. Esad Yesari, titrek eliyle aynı güzellikte yazdı. Dedezade hayretler içinde kaldı.
 
Böylece Yesari, Dedezade’den ders görüp, icazet almaya hak kazandı. İcazet töreninde onu kabul etmeyen Veliyüddin Efendi de vardı. Yesari Efendi’nin eşsiz hatlarını ve başarısını gören Veliyüddin Efendi onu reddettiğini hatırladı. Ağlayarak “Yazıklar olsun ki. Bu çocuğun hocası olma şerefine ben erecektim. Bilemedim ve kaçırdım. Yüce Allah bu kişiyi bizim kirlenen burnumuzu (kibrimizi) kırmak için göndermiştir!” diye takdir etti.
Esad Yesari Efendi, hat sanatında çok ilerlemiş, devrinin en ünlü hattatları arasında yer alarak Enderun-ı Hümayun’a hat hocası olarak tayin edilmişti. Sultan 3. Selim’in de takdirini kazanmıştı. Yesari Efendi’ye gelene kadar bir hat yazma çeşidi olan “Ta’lik’ yazıda İran hattatları önde gelmekteydi. Esad Yesari Efendi, “Ta’lik’ yazıya en mükemmel şekli kazandırmış ve hat sanatının bu çeşidinde Osmanlı sanatçılarının da mükemmel eserler verebileceğini göstermişti.
Yesari Efendi çok alçak gönüllüydü. Herkes tarafından çok taktir ediliyor, seviliyor, sayılıyor ve itibar görüyordu. Sanatını öğretmek konusunda da çok istekliydi. Bu konudaki bütün bilgisini öğrenmek isteyen herkese veriyordu. Evi bir okul gibiydi. Bu sanatı öğrenmek isteyen herkes belirli günlerde gelip ondan ders alıyordu. Kendi oğlu Hattat Mustafa İzzet Efendi dahil pek çok öğrenci yetiştirmişti. Yesari Efendi 1798 yılında İstanbul’da vefat ettiğinde geriye çok sayıda eşsiz eser bırakmıştı.
 
ALİYE YÜCEL

16 Eylül 2012 Pazar

ELSİZ - AYAKSIZ HATTAT


Hüsn-ü Hat, adı üstünde güzel yazı sanatı… Bir hat yazısına baktığımız zaman bir kalemden böylesine güzel bir yazının çıkması büyük bir hayranlık uyandırır. Deneyimin olduğu için biliyorum... Hat sanatı; yetenek, büyük bir sabır, özen isteyen, incelikli bir sanattır. Bir çırpıda, hatasız yazmak ve her gün çalışmak gerekir. Bir süre bırakınca o da seni bırakır! Yazmakta oldukça zordur… O öyle normal bir kalem ya da fırça tutmaya da benzemez…
Peki, bu güzel yazıyı yazan kimsenin, bir de her iki eli de yoksa? Çok zor, hatta imkansız gibi… Ama böyle biri var! Hattat Mehmet Efendi hem elsiz, hem ayaksız imiş! Her iki el ve ayağı bileklerinden itibaren olmadığı için “Elsiz - Ayaksız” (Bidest-ü Bipa) adıyla da tanınmış... Ayaklarının olmaması bir hattat için problem değil. Ancak ellerinin olmaması insanı hayrete düşürüyor.
1600’lü yıllarda yaşayan Mehmet Efendi bir hastalık sonucu ellerini ve ayaklarını kaybetmiştir. Bolulu olan Mehmet Efendi geçimini temin etmek için Bolu’dan İstanbul’a göç eder... İstanbul’da yolu hattat Suyolcuzade’den ders alan öğrencilerin yanına düşer, onları görünce duygulanır ve yaşlı gözlerle bakıp “Ahhh! Ahhh” çeker... Bunun üzerine Suyolcuzade Mustafa Eyyubi Efendi, bu elsiz, ayaksız kişiyi görünce çok etkilenip önce  “Ya! Rabbi! Bu garip şahısta istidat var. Ama ne el var, ne ayak… Nasıl yardımcı olabilirim ki…” diye düşünür…  Daha sonra Bolulu Mehmet Efendi’nin yanına gelip; elleri olmadığı için kamış kalemi onun, iki bilek kemiği arasına yerleştirip nasıl yazılacağını gösterir… Böylece Mehmet Efendi,  o haliyle büyük bir gayretle hat yazmaya başlar; çalışıp, döneminin sayılı hattatları arasında yer alır. Hatta bir En’am-ı Şerif (Dua Kitabı) bile yazar…


Bu ilginç durum dönemin padişahı 4. Mehmet’in kulağına kadar gelir. Padişah 4. Mehmet, Bolulu Mehmet Efendi’yi huzuruna çağırır ve ondan gözünün önünde bir yazı yazmasını ister. Mehmet Efendi, bilek uçlarıyla hokkasını ve kalemini çıkartıp, kalemi bileklerinin arasına alıp; hiç aksatmadan, mükemmel bir yazı yazar. Yazıyı gören padişah ve yanındakiler hayrete düşerler... Daha önce yazmış olduğu En’am-ı Şerif’i de padişaha takdim edince; 4. Mehmet onu takdir eder ve kendisine yüksek bir maaş bağlar…
Hat sanatında el kıvraklığı çok önemlidir. Elleri olmayan bir kimse, kalemi iki bileği arasında tutup nasıl yazar? Üstelik hattın; şimdiki kalemlere benzemeyen ucu olan bir kalemle, sık sık bir mürekkep hokkasına batırılarak, ayrıca da harflerin güzelliğini sağlayan incelik ve kalınlıkların kalemin tutuş şeklinden çıktığını düşünürsek Mehmet Efendi’nin ne muazzam bir iş başardığını anlarız. Elsiz biri hattat, üstelik hatırı sayılır bir hattat olabiliyorsa; ben bunu yapamam demek ne büyük bir yanılgıdır… 
Hat tarihimizin en ilginç hattatlarından biri olan Bolulu Mehmet Efendi eserlerini “Bidest-ü Bipa” yani “Elsiz - Ayaksız” diye imzalamıştır. Sülüs-Nesih hattı ile yazdığı bir eseri (yukarıdaki ilk fotoğrafta görülen yazı) Topkapı Sarayı Milli Kütüphanesi’nde “Güzel Yazılar Albümü” 321 numaralı sırada kayıtlıdır. Topkapı Sarayı Milli Kütüphanesi’ni gezdiğimizde bu eseri görürsek, ne büyük gayretle ve nasıl yazıldığını unutmayalım…
ALİYE YÜCEL

9 Eylül 2012 Pazar

PARALİMPİK OYUNLARI’NDAKİ BAŞARIMIZ



2012 Londra Paralimpik Oyunları (Engelli Olimpiyatları) bugün bitiyor. Paralimpik Oyunları’ndaki başarımızı görmezden gelemeyiz. Ülkemiz, 21 bayan 46 erkek toplam 67 sporcu ile 10 branşta katıldı ve oyunları 1 altın, 5 gümüş ve 4 bronz olmak üzere toplam 10 madalyayla tamamladı.
22 yıllık Paralimpik Oyunları boyunca bu güne kadar 4 madalya kazanmışken, 2012 Londra Paralimpik Oyunları’nda 10 madalya birden kazanmak gerçekten çok büyük başarı… Madalyadaki başarının yanı sıra Paralimpik Oyunları tarihinde ilk kez takım sporlarında temsil edildiğimiz Londra’da Goalball Milli Takımımız kazandığı bronz madalyayla da tarihe geçti. Bu başarıları küçümsemek çok yanlış olur. Kazanılan bu büyük başarıya rağmen gündemde olmaması da ilginç…
Paralimpik Oyunları’nda elde edilen başarılar için Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç “Türk sporu adına bir devrimdir. Skora değil sporcuya bakıyoruz. Paralimpik sporcularımız mucizelere imza atıyor. Başarı hepimizin. Herkes itiraf etsin. Türkiye “Paralimpik” kavramının varlığını Londra 2012 ile fark etti…” açıklamasını yaptı. Bakan haklıydı. Paralimpik Oyunları bilinmiyor. Oysa Paralimpik Oyunları, önemsenmesi gereken bir organizasyondu. Çünkü orada sadece spor ve sporcu yoktu! Evet, Paralimpik Oyunları mutlaka takip edilmeliydi. Tüm yarışlar izlenmeliydi. Hiç kaçırmadan… Hatta belki de orada seyirci olmak gerekiyordu. Oradaki coşkuyu daha yakından görebilmek için…
 
Paralimpik Oyunları’nı büyük bir zevkle seyrettim. Özellikle de bizim sporcularımızın katıldığı yarışmaları… Ne müthiş kareler gördüm. Azim dolu, vazgeçmek bilmeyen gerçek sporcular... Nasıl kendinden emin ve kendileriyle barışıklar… Engelli değildi onlar! Onlara baktıkça gördüğüm buydu.  Asıl engelli olanlar pek çok şey yapabilecekleri halde yapmayanlar galiba…
İşte 2012 Londra Paralimpik Oyunları’nda madalya kazanan sporcularımız:
Altın Madalya:
Nazmiye Muslu (Halter – 40 kg.).
Gümüş Madalya:
Çiğdem Dede: (Halter – 44 kg.)
Korhan Yamaç: (Atıcılık – 10 Metre Havalı Tabanca)
Nazan Akın: (Judo – 70 kg.)
Neslihan Kavas (Masa Tenisi)
Kadınlar Masa Tenisi Milli Takımı.
Bronz Madalya:
Duygu Çete: (Judo – 57 kg.)
Özlem Becerikli: (Halter – 56 kg.)
Doğan Hancı: (Okçuluk – Makaralı Yay Bireysel Açık Sınıf)
ve Goalball Milli Takımı.
2012 Londra Paralimpik Oyunları’nda katılan ve bizi gururlandıran tüm sporcularımıza çok çok teşekkürler…
 
ALİYE YÜCEL

 

2 Eylül 2012 Pazar

ENGELLİ OLİMPİYATLARI: PARALİMPİK OYUNLARI


2012 Paralimpik Oyunları (Engelli Olimpiyatları) büyük bir açılış töreniyle başladı. 29 Ağustos – 09 Eylül 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilecek oyunlar İngiltere’nin başkenti Londra’da yapılıyor. Londra 2012 Paralimpik Yaz Oyunları’na ülkemizden 21 bayan 46 erkek, toplam 67 sporcu ile 10 branşta katılıyoruz.

Paralimpik Oyunları, çeşitli engel gruplarından sporcuların katıldığı ve farklı sporların yapıldığı bir etkinliktir. Orijinal haliyle “Paralympic” kelimesi İngilizce engelli anlamına gelen “Paralyzed” ve “Olympic” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Paralimpik Oyunları Yaz ve Kış Oyunları olmak üzere olimpiyatların bitmesinden iki hafta sonra yine aynı ülkede yapılıyor.

Engelli olimpiyatlarının fikir babası Sir Ludwig Guttman’dır. Nörolog Doktor Guttman, Stoke Mandeville Hastanesi'nde felçli genç gazilere bakarken, onların rehabilitasyonunda sporun ne kadar önemli olacağını keşfetmişti. Sir Ludwig Guttman, yıllar sonra BBC’ye verdiği bir röportajında “Yarım felç ya da baştan aşağısı felç olma gibi ciddi bir engelle karşılaşan bir insanın ruhu da bundan etkilenir. Bu olumsuz psikolojik etkiden kurtulmak için spordan iyisi olamaz. Spor aklı çalıştırır, özgüveni arttırır, itibar kazandırır, dostluk bağlarını güçlendirir. Bu dört unsur da engelli insanı, engelsizlere eşit kılar…” diyerek sporun engellilere yaptığı olumlu etkiyi anlatmıştır.
 
Guttman, The Stoke Mandeville Hastanesi'nde, tekerlekli sandalyedeki engellilerin rehabilitasyonu için sportif aktiviteler düzenlemiş ve böylece bu engelliler sporunun tarihsel başlangıcı olmuştur. Sir Ludwig Guttman’ın düzenlediği 1. Stoke Mandeville Tekerlekli Sandalye Oyunları, 1948 Londra Olimpiyat Oyunlar ile aynı tarihte yapılmıştır. 2. Dünya Savaşı gazilerinin katılımıyla düzenlenen bu organizasyon, dört yıl sonra Hollandalı sporcuların katılımıyla uluslararası olmuş; engelli sporcular için olimpik stildeki ilk organizasyon ise 1960 yılında Roma Olimpiyatları’nın ardından yapılmıştır. Paralimpik Oyunları, 2008 yılında olimpiyatlardan sonra uluslararası ikinci büyük spor yarışması haline gelmiştir.
Bu yıl 14’cüsü düzenlenen Paralimpik Oyunları’na 165 ülkeden 4200 sporcu katılıyor. 20 farklı spor branşında yapılıyor. Ne güzel bir gelişme ki Paralimpik Oyunları’nda yer alan spor dalları artmakta ve engelli sporcuların kırdığı rekorlar olimpiyat rekorlarına yaklaşmaktadır.
2012 Paralimpik Oyunları Oyunları’nda Milli haltercimiz Nazmiye Muslu, Dünya ve Paralimpik Oyunları rekoru kırarak altın madalya kazandı. 40 kiloda podyuma çıkan Muslu, ilk hakkında 100 kilogram, ikinci hakkında 104 ve son hakkında 106 kilogram kaldırarak altın madalyanın sahibi oldu. Daha sonra 109 kilo kaldırmayı denedi ve hiç zorlanmadan bunu da kaldırıp dünya rekorunu elde etti. Onun durumunda olup evden dışarıya bile çıkamayanlara cesaret örneği oldu ayrıca herkese engellilerin neler yapabileceğini gösterdi.
 
ALİYE YÜCEL

26 Ağustos 2012 Pazar

EN BÜYÜK GİTARİST



Yaşamakta olan en büyük gitaristtin hiç görmediğini biliyor muydunuz? Müzik otoriteleri tarafından yaşayan en iyi gitarist olarak kabul edilen Jose Feliciano, görme engelli… Feliciano, 1945 yılında Porto Riko’da görme engelli olarak doğmuş… Ailesi onu küçük yaşta müziğe yönlendirmiş… Çok da iyi yapmış ki böylelikle bir müzik dehası kazanılmış…
Jose, üç yaşında eline müzik aleti almış… Kendi kendine akordeon ve gitar çalmayı öğrenmiş… İnanılması güç ama yedi yaşında beste yapmış… 17 yaşında ailesini geçindirmek için okuldan ayrılıp, çeşitli yerlerde sahne almaya başlamış… Müzik hayatına da gitarla devam etmiş…
Jose Feliciano, “Yaşayan En Büyük Gitarist”, “En İyi Pop Gitaristi”, ”En İyi Caz ve Rock Gitaristi” unvanlarını elinde tutuyor. Ayrıca sekiz Grammy Ödülü, on altı Grammy Adaylığı ve dünya çapında pek çok ödül kazanmış…
Yaklaşık yetmişin üzerinde albüme imza atan şarkıcı ve gitarist olan Jose Feliciano, geçtiğimiz ay Çeşme ve Bodrum’da olmak üzere iki konser verdi. Daha önce de defalarca Türkiye’ye gelen ve ülkemizde sevilen sanatçının konserlerinin çok etkileyici olduğunu anlıyoruz. İzleyenleri büyülüyor ve müzik ziyafeti yaşatıyor. Türk insanını ve müziğini seven Feliciano, bir önceki gelişinde ud satın almış ve çalmasını da öğrenmiş…
 
Farklı parçalarda farklı gitar çalan Jose Feliciano, tam bir konser sanatçısı… Konserine gidip sahne performansını görmeyi isterdim… Olmadı… Merak edip; The Gypsy (Semiramis Pekkan’ın seslendirdiği “Bana Yalan Söylediler” şarkısının orijinali), Rain, Malaguena ve California Dramin şarkılarının videolarını izledim. Besteci ve söz yazarı olan Jose Feliciano’nun çok iyi de bir sesi var. İnsan bir müzik aletini bu kadar güzel mi çalar ve bir şarkıyı bu kadar güzel mi söyler?
Müzisyen ve müzik sever herkesin bu adamı tanıması, en az bir şarkısını dinlemesi gerekiyor sanki... Bir duyu organının kaybının bir başka duyu organını güçlendirdiği bir gerçek! Bu kadar güzel çalabilmek için görmemek mi gerekiyor? Diye düşünüyor insan!
Efsane sanatçı verdiği bir röportajında “Dua ederken de hiç bir şey istemiyorum. Çünkü Tanrı neye ihtiyaç duyduğumu biliyor. Bazı şeyleri bilerek vermedi ve bununla nasıl baş etmemiz gerektiğini bilmemizi istediği için…” diyerek görmese de büyük bir teslimiyetle, kendisiyle barışık ve hayatından memnun olduğunu ortaya koyuyor.
Bu yazıyı yazarken bir taraftan da yine onu dinliyorum… O kadar içten çalıp söylüyor ki bu insana geçiyor… Sesi ve konuşturduğu gitarı insanın içine hoş ve güzel duygular uyandırıyor. Galiba ilham için böyle insanlara ihtiyacımız var… Engelli, engelsiz hepimizin…
 
ALİYE YÜCEL

 

19 Ağustos 2012 Pazar

O VE ZAHİR...


Engellileri konu alırken en büyük yol göstericinin onlara bakışını bilmeden, görmeden olmaz… Peygamberimizin engelliye bakışı tam da olması gereken gibi… Her şeyi mükemmel olan bunu da öyle yapmaz mı? O; acımadan, incitmeden, küçümsemeden, eksikliklerini görerek ama artılarını ön plana çıkaran bir davranış sergilemiş…
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) döneminde engellilerin sayısı fazlaydı. Çünkü o dönemde hastalıklar ve savaşlar sebebiyle el, kol, ayak, bacak ve göz gibi organlarını kaybedenler çoktu. Hz. Muhammed (S.A.V) toplum içinde sosyal statüye sahip olmayan ve aşağılanan engelli sahabelere şefkatle yaklaşmış, sosyal hayata katılmalarını sağlamış, istihdam alanında imkan vermiş ve onları topluma kazandırmıştı.
Hadis-i Şerif’lerde engelli sahabelere ait pek çok örnek görüyoruz. Ancak beni en çok Peygamberimizin Zahir isimli sahabeyle ilişkisi etkiledi! Zahir (R.A) bedensel kusurları olduğu için toplum içine çıkmak istemeyen “Herkes bana bakıyor!” düşüncesiyle tedirgin olan ve bu yüzden çölde yaşamayı seçen bir sahabeydi. Peygamberimiz onun bu psikolojik problemini biliyor ve onunla iletişimini kesmiyordu. Zahir, bu ilgiden çok memnun oluyor ve Peygamberimiz sevgisini kazanmış olmak ona bütün problemlerini unutturuyordu.
Peygamberimiz Zahir’e; çölden bazı bitkileri toplayıp, Medine pazarına getirip beraberce satmayı önermiş ve ayrıca ona bazı siparişler de vermişti. Peygamberimizin bunlara ihtiyacı olmasa da, yaptığı Zahir’i topluma kazandırmak ve ekonomik yönden bağımsız hale getirmek için ne harika bir yaklaşımdı! Pazardaki alışverişlerde Zahir’e yardımcı olan Peygamberimiz “Zahir bizim çölümüzdür (Çölde yaşayanımızı temsil eder). Biz de onun şehriyiz (Şehirde yaşayanını temsil ederiz).” diyerek iltifatlarda bulunmuştu.  
Bir gün Hz. Zahir, en kalabalık olduğu saatte Medine pazarına geldi, tenha bir köşede Hz. Muhammed (S.A.V)’i beklerken; Peygamberimiz ona sessizce arkasından yaklaştı ve Zahir’in gözlerini kapatarak şakalaştı… Zahir önce tanıyamayıp “Bırak beni…” dedi, sonra anlayınca Peygamberimize yaslandı. Peygamberimizin o güne kadar hiç kimseye bu kadar samimi davranmadığını bilen çevredekiler bu ilginç duruma şaşkınlıkla baktılar. Peygamberimiz bunu fırsat bilip; tebessüm ederek yüksek bir sesle çevreye: “Bir kölem var! Satıyorum. Onu benden kim alır?” diyerek şakaya devam etti…
Bunun üzerine Zahir, ömrü boyunca yaşadığı kompleksin etkisiyle Peygamberimizin şakasına hüzünle karışık bir şakayla “Yemin olsun ki Ey Allah’ın Elçisi, beş para etmez, sakat bir köleyi satmaya çalışıyorsun! Onu kim alır?” deyince Peygamberimiz birden şakayı bitirdi! Mizahı gerçeğe dönüştürdü ve bütün ciddiyetiyle etrafını sarmış kalabalığa şöyle seslendi: “Hayır! Ey Zahir! And olsun ki Allah ve Resulü katında senin değerin paha biçilmez! Bunun için biz de seni seviyoruz…”
Peygamberimiz böyle davranıp, böyle diyerek ne güzel manevi ve sosyal bir mesaj vermişti. Zahir’i her yönüyle rehabilite etmenin fırsatını yakalamıştı. Herkesin içinde sıkılarak, çekinerek dolaşan Zahir’e öyle bir terapi uygulamıştı ki; o günden sonra Zahir hiç kimse karşısında en küçük bir sıkıntı hissetmeden, rahat ve özgüvenle yaşadı... Bu olaydan sonra çevredeki herkes engellilerle olan ilişkilerini yeniden gözden geçirerek, onlara nasıl bakmaları gerektiğini anladı!

ALİYE YÜCEL




12 Ağustos 2012 Pazar

OSCAR KOŞUYOR...


“Engelli Atlet yarı finalde…” cümlesini duyduğumda ekrana kilitlendim. Protez bacaklarıyla koşan biri… Bu engelliler olimpiyatı da değildi. Nasıl olur diye çok şaşırdım. Tüm engelliler adına büyük bir gurur duydum. İşte olması gereken bu diye düşündüm.
2012 Londra Olimpiyatları sona erdi. Atletizm Erkekler 400 metre elemelerinde yarışan ilk ampute atlet Oscar Pistorius ise tarih yazdı. Güney Afrikalı engelli atlet 45,44’lük derecesiyle serisinde 2. oldu ve yarı finalde koşmaya hak kazandı. Sonra başarılı olamadı ve madalya alamadı… Ama benim gözümde sanki tüm madalyaları o aldı!
Oscar, 1986 yılında Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde doğdu. Ailesinin sevinci buruktu, çünkü her iki fibula (baldır) kemikleri olmadan dünyaya gelmişti. Bu nedenle 11 aylık iken her iki bacağı kesildi. Oscar küçük yaşta spor yapmaya başladı ve engelleri böyle aştı. Protez bacaklarıyla sutopu, tenis, kriket ve rugby yaptı. Dizindeki problem nedeniyle rugbyyi bıraktı ve atletizme başladı.
Oscar, gerekli yeteneği ve performansı olduğuna inanıyordu. “Yapabileceklerim yapamayacaklarımdan çok daha fazla…” diyerek pistlere koştu. Küçükken nasıl protez bacaklarıyla normal arkadaşlarını geçiyorsa, şimdi de herkesle yarışabilirdi. Öyle de yaptı. Bacaklarındaki karbon fiberden yapılan protezlerle koşuyor, yarışıyor, dereceler yapıyordu.
Oscar Pistorius, adından söz ettirmeyi başardı. Atletizmde ilk başarısını 2004 Atina Paralimpik Oyunları’nda 200 metrede altın, 100 metrede bronz madalya alarak kazandı. Fakat sonra karşısına büyük bir engel çıktı. 2007 yılında Uluslararası Atletizm Federasyonu (IAAF) “Avantaj sağlayan her hangi bir ekipmana sahip bir sporcu olimpiyat oyunlarında yarışamaz” diye bir kural koydu. IAAF, Oscar’ın protezleriyle testler yaptı. Sonucunda bacaklarını kullanan atletlere kıyasla daha az enerji harcadığı ve bunun kendisine avantaj sağladığı kararına varıldı.

Pekin Paralimpik Oyunları’nda 100, 200 ve 400 metrede altın madalya kazanan Oscar’ın 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları hayali ne olacaktı? Oscar vazgeçmedi ve Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi’ne (CAS) başvurdu. Testlerde avantajlar ölçülmüş, dezavantajlar ölçülmemişti. Aslında protezler Oscar’a avantaj sağlamıyordu. Böylece CAS, IAAF’ın yasağını kaldırdı.
2011 yılında Daegu’da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası’nda ilk kez paralimpik olmayan büyük bir şampiyonada bayrak yarışında gümüş madalya kazanan Oscar, 2012 Londra Olimpiyatları’na iki farklı kategoride koştu. Bu arada Oscar Pistorius’u olimpiyatlara gönderen Güney Afrika’yı çok takdir ve tebrik etmek lazım… Kaç ülke bunu yapardı acaba?
“Bacakları olmayan en hızlı şey” diye bilinen Oscar Pistorius, kurumsallaşmış spor endüstrisinin koyduğu katı normları da kırmış oldu. Çünkü spor örgütleri herkesi sporun içine çekiyor gibi görünürken, bir taraftan da insanlara belli normlara göre roller biçiyor. Bu rollerin dışına çıkmalarını da engelliyor. Örneğin, “normal atletler” normal yarışlarda, “engelli atletler” de paralimpik yarışlarda yarışabilir gibi…
Bacakları olmayan bir insanın olimpiyatlarda yarışması ne müthiş bir olay… 2012 Londra Olimpiyatları denildiğinde akıllara gelen ilk isim olacak… Kendisini stadyumda ve televizyon başında izleyenlere hissettirdikleri kelimelerle anlatılır gibi değil… Belki de bundan sonra farklı engelleri olan sporcuları da izleyebileceğiz olimpiyatlarda… Bunu Oscar’a borçlu olacağız…
“Küçükken annem bana ve kardeşime seslenirken şöyle derdi: Carlos ayakkabılarını giy ve dışarı çık, Oscar sen de protezlerini giy ve çık… Bu yüzden hiç bir zaman bir engelim olduğunu düşünmedim... Hep farklı bir ayakkabılarım olduğunu düşündüm…” diyen Oscar’ın hayatı film olsa Oscar, belki de Oscar’a koşardı…

ALİYE YÜCEL