> Engeloji : 2012

Translate

30 Aralık 2012 Pazar

BAŞARIDAN BAŞARIYA KOŞMAK




Annalisa Minetti adını duydunuz mu? Annalisa Minetti’nin çok etkileyici bir hayat hikayesi var. Yaptığı ve başardığı işler insanı şaşırtıyor. O daha küçük yaşta iken halk arasında tavuk karası denilen hastalık nedeniyle görme oranı düşüyor. 18 yaşına gelince de tamamen görmez oluyor. Ama o asla pes etmiyor ve bu engeliyle en iyi şekilde yaşıyor. O; hem güzellik yarışmasında dereceye giren bir model, hem müzik yarışmasında birinci olan bir şarkıcı, hem de madalya olan bir sporcu oluyor.
Annalisa Minetti, 1997 yılında, 20 yaşındayken İtalya Güzellik Yarışması’na katılıyor. İlk on genç kız arasına seçiliyor ve Miss Gambissime (Miss Süper Bacaklar) unvanını kazanıyor. Misstalia’da finale kalanların arasında görme engelli bir yarışmacı olduğu ortaya çıkıyor. Minetti, görmediği halde podyumda rahatlıkla dolaşmış ve seyirciler de bunu hiç anlamamış… Ne büyük bir özgüven sahibi değil mi?
Finale kaldıktan sonra görmediğini ve bunu nasıl belli etmediğini şöyle anlatmış… O, yarışmada kulağının içine bir radyo alıcısı yerleştirmiş ve sevgilisi tarafından yönlendirilmiş… O yürürken sevgilisi ne yöne gideceğini, nerede duracağını, kaç adım atacağını fısıldıyormuş… Böylece Annalisa Minetti bu komutlara uyarak podyumda hatasız olarak yürüyormuş… Bu açıklamadan sonra ülkesinin tarihinde ilk görme engelli güzellik yarışmacısı olarak çok ilgi ve destek görüyor.
 
Annalisa Minetti ayrıca küçük yaştan beri müzikle de ilgileniyor. Miss Italia’da dereceye girmesinden bir yıl sonra, 1998 yılında ülkesinin en önemli müzik festivallerinden biri olan Sarremo Müzik Festivaline katılıyor. “Senza te o con te” şarkısıyla birinci oluyor. Böylece bu konuda da yeteneği olduğunu, başarılı bir şarkıcı olduğunu ispatlıyor.
Minetti, modellik ve şarkıcılığın yani sıra spor da yapıyor. Yardım kampanyalarının yüzü oluyor. Bu arada evleniyor ve “Görme engelliyim, çocuk bakamam” demeyip, çocuk sahibi oluyor. Futbolcu eşi Gennaro Esposito ile çok mutlu bir evliliği var. Yani sadece kariyer ve başarı peşinde koşmuyor. O, aynı zamanda iyi bir eş ve anne…
Gelelim 2012 yılına… Minetti, Londra 2012 Paralimpik Oyunları’nda kadınlar 1500 metrede yarıştı. Görme engellilerin katıldığı T11 kategorisindeki koşuyu, kılavuzuyla beraber dünya rekoru kırarak tamamladı. 4:48:88’lik derecesiyle T12 kategorisinde 3. sırada yer alarak bronz madalya aldı. “Süper Bacaklar” bu kez de koşarak büyük bir başarı elde etti.
Başarıdan başarıya koşan Annalisa Minetti, bu son başarısını oğlu Fabio’ya hediye ediyor. “Her şey mümkündür. İstenildiğinde başarmanın mümkün olduğunu ispatladım. Mutluluğumu tarif etmem çok güç… Umarım gelecek nesiller için bir şey başarabilmişimdir” diyerek; engelli ve engelsiz herkese önemli bir mesaj veriyor.
 
ALİYE YÜCEL

23 Aralık 2012 Pazar

CLEMENTINE



1980’li yılların çizgi filmi Clementine… O yıllarda çocuk olanlar bu çizgi filmi mutlaka hatırlar. Ben de kardeşlerim nedeniyle biliyorum.  Önce TRT 1’de yayınlanmıştı. Daha sonra da Show TV’de… Çizgi filmin konusu Clementine isimli tekerlekli sandalyede turuncu saçlı küçük bir kızın etrafında geçiyordu.
Clementine, Fransız ve Japon ortak yapımı bir çizgi filmdi. Türü fantezi, dram korku ve gerilimdi. Küçük çocuklar için korku ve gerilim dolu sahneleri vardı. Buna rağmen çok sevilen bir çizgi diziydi. Her bölümü korku, heyecan ve coşku ile seyrediliyordu.  Müziği de çok etkileyiciydi. O dönem bu çizgi filmi seyredenler bugünün korku ve gerilim filmlerini ilgiyle seyrediyor olmalı…
Clementine çizgi filminin konusuna gelince: Clementine’in 10 yaşlarında küçük bir kızdı. Babası Alex ise başarılı bir Fransız savaş pilotuydu. Bir gün Clementine’in yaşadığı şehre Molache adında bir sirk geliyordu. Bu sirk Malmoth denilen çok kötü ateşten bir yaratığın kontrolü altındaydı. Malmoth’u bir hizmetkarı olan Molache, Clementine’in babasıyla bindiği uçağı sabote edip düşürüyordu.
Clementine, bu kazadan sonra kendini kötü yaratık Malmoth’un mağarasında buluyordu.  Ama mavi bir balon içinde uçan Hemera adındaki bir peri onu kurtarıyordu. Hemera, topraktan yaratılmış, lila rengi uzun saçlara sahip iyilik timsali bir periydi. Yardımsever Hemera, Clementine’e onu zaman içinde yolculuklara çıkarmaya söz veriyordu. Hemera, o günden sonra Clementine için yakın bir arkadaş ve bir abla olacaktı...
 
Hastanede gözlerini açan Clementine acı gerçeği fark ediyordu. Artık yürüyemeyecekti… Çünkü çarpışmada bacakları felç olmuştu. Gündüzleri tekerlekli sandalyede yaşayacak, ama geceleri Hemera ile mavi balonun içine binip göklere yükselecek, zaman yolculukları yapıp maceralara atılacaktı. Ayrıca, Malmoth ve yaratıklarıyla savaşacaktı...
Clementine, çıktığı maceralarda yalnız değildi. Helix adında başında pervaneli şapkası olan konuşan kedisi ve gittiği ülkelerde edindiği arkadaşları da vardı. Çizgi filmin en güzel yanlarından biri her maceranın başka bir ülkede geçmesiydi. Clementine, dünyanın dört bir yanını hayal dünyasında geziyor. Japonya, Kanada, İtalya, Mısır ve daha pek çok ülkeye gidiyordu. Gittiği ülkelerin yerel kıyafetlerini de giyiyordu. Gittiği ülkenin kültürünü gösterdiği için eğitici oluyordu.
Hemera, Clementine’in korkularıyla başa çıkmasına yardım ediyor, gerçek hayatta ve hayal dünyasında yaşamanın yollarını gösteriyordu. Çok ilginçtir ki çizgi filmin yapımcısı Bruno Huchez bundan yola çıkarak engelli çocuklara yardım için Hemera ismini taşıyan bir vakıf kurmuştur.
Çizgi filmin başkarakteri Clementine olsa da Hemera’da en az onun kadar seviliyordu. Çocuklar için Hemera’nın mavi küresinin içinde Clementine’e yardım etmeye geliş anını seyretmek, paha biçilemezdi herhalde… Ne büyük bir sevinç, umut ve rahatlama anı… Her engellinin Hemera gibi bir arkadaşı olmalı galiba… Belki onunla engeli kalkmaz ama pek çok engeli aşmasında ona yardımcı olur!
 
ALİYE YÜCEL

16 Aralık 2012 Pazar

GÖRME ENGELLİLERİN İŞ VE MESLEK SEÇİMİ


 
Ülkemizde, engellileri de içine alan sistemli bir iş ve meslek analizi yapılmamıştır. Engellilerin sahip oldukları engelden kaynaklanan özellik ve nitelikleri dikkate alarak ne şekilde ve nasıl çalışacağı konusunda ciddi bir araştırma ve çalışma yoktur. Engelliler kendi kendilerine yaptıkları girişim ve çalışma deneyimleri meydana getirmişlerdir. Bireysel çabalarla bazı işlerde başarılı olmuşlardır.
 
Görme engellileri ele alalım… Görme engelliler hangi işleri yapabilir? Sorusu yanlış olur. Bu soru yerine; Bu kişi bireysel yetenekleriyle ne yapabilir? Bu iş, bu meslek hangi eğitim aşamasından geçtikten sonra yapılabilir? Hangi alt yapılar olursa görme engelliler bu işi yapabilir? Sektörlerde engelliler bu işi nasıl yapabilir? Alt yapı olarak ne sağlanmalıdır? gibi sorularının cevabını bilmemiz ve bütün bunların ayrıntılarını belirlememiz gerekir. Bu işe nasıl baktığımızla ilgili bir durum olmalıdır, engel grubuyla ilgili değil...
 
“Şu eğitimi almış kişi, şunları yapabilir”, “Bu mesleği öğrenen kişi, bunları yapabilir” diyebiliriz. Ancak, görme engelli şunu yapar, işitme engelli bunu yapar, ortopedik engelli şunu yapar diyemeyiz. Böyle bir ayrıma gidemeyiz. Böyle dersek yanlış bir noktaya gideriz. Ama maalesef ki hep bu noktadan gidilmiş ve engelliler iş alanında yanlış değerlendirilmiştir. Dünyada da en önemli sorun; engellilerin kendi yeteneklerinin altında çalıştırılmasıdır.
 
Görme engelliler de (herkes gibi) bir işi yapabilir hale gelmek için eğitime ihtiyaç duyarlar. Onların eğitim ortamı ve materyalleri görme engellilerin erişebileceği duruma uygun hale gelmelidir. Çünkü farklı eğitim materyallerine ihtiyaç duyduğu durumlar olabilir. Örneğin, dokümanların Braille alfabesiyle yazılması ya da seslendirilip, dinlenir hale getirilmesi gerekebilir. Görme engelli bireyin bilgisayar kullanmasını sağlayan yazılım ya da donanım olabilir.
 
 
 
 
Geçmişte, görme engelliler “Santral Operatörlüğü” ve “Paketleme” gibi belli işlere yönlendirilmişler ve bu işlerde bir yığılma olmuştur. Çünkü görme engellilerin sadece bu işleri iyi yapabileceği düşünülmüştür.
 
Günümüzde ise bu bakış açısı değişmeye başlamıştır. Görme engelliler doğru eğitim, destek ve yardım sağlandığında, birçok işi başarıyla yapabilmektedirler. Bir işin görme engelli tarafından yapılabilirliği (kişinin görme oranı, gördüğü ve aldığı eğitim, donanım ve destek, işin kişinin gereksinimlerine göre adapte edilip edilemeyeceği ve söz konusu engellinin o işi yapmayı isteyip istemediği gibi) birçok etkene bağlıdır.
 
Engelli bireyin iş yerinde başarılı olması için, kişinin bireysel eğitimi (mesleki, psikolojik ve sosyal açıdan), işverenin eğitimi (patron ve iş arkadaşlarının eğitimi) ve fiziki (mimari) şartlar önemlidir. Sonuçta, iş hayatı birçok sorunlar ve çözümlerini içerir ve bu engelsiz bireyler için de geçerlidir.
 
 
ALİYE YÜCEL
 

9 Aralık 2012 Pazar

SPASTİK ENGELLİ ORHAN


 
“Benim İçin Üzülme” dizisini seyredenler bilir. Dizide spastik engelli bir karakter var: Orhan… Orhan’ı oyuncu Ahmet Varlı canlandırıyor. Daha ilk bölümde küçük bir rolü olmasına rağmen hemen dikkat çekiyordu. Öyle güzel rol yapıyor ki oyuncunun gerçekten spastik olduğunu düşünmemek elde değil. Eminim ki seyreden pek çok kişi onun gerçekten engelli olduğunu düşünüyordur.
Rol olarak belli karakterleri yapabilirsiniz. Ama spastik birini bu kadar başarılı canlandırmak hiç kolay değil. Ahmet Varlı, spastik engellileri nasıl gözlemlemiş, nasıl da o role bürünmüş… Çok çarpıcı… Çok etkileyici… O spastiklere özgü el ve yüz hareketleri aynı… Konuşurken kasılması, kekelemesi, yüz ifadesi, yürüyüşü sanki gerçekten spastik engelli biri gibi… Öyle doğal ki insan söyleyecek bir şey bulamıyor.
Bir diziye böyle bir karakteri koymak takdire şayan bir durum…  Oyuncu seçimine ise söylenecek hiçbir şey yok… Hikayede böyle bir engelli rolü olması mı? Oyuncu seçimi mi? Yoksa seçilen oyuncunun bu kadar iyi rol yapması mı? Takdir edilmeli bilemedim. Belki de hepsi…
Orhan’ın sahneleri dizideki başrol oyuncularının sahnelerinden daha çok dikkat çektiği, daha çok ilgi gördüğü kesin… Orhan’ın ne söyleyeceğini, ne yapacağını ve nasıl bir sahnesi olacağını insan gerçekten merak ediyor. Çünkü insanın yüreğini titretiyor. İnsanı bir duygu seline sürüklüyor.
 
Orhan’ın sahnelerini bir başka izliyorum… Öyle etkileyici sahneleri var ki… Ahmet’in ölümünden sonra onun sevdiği kızın yanına gidip ona seslenişi, hiç görmediği babasına özlemini dile getirişi, ustasıyla olan diyalogları gibi pek çok müthiş sahne… Bu duygusal sahnelerden etkilenmemek ve gözyaşlarını tutmak çok güç oluyor.
Orhan karakteri aynı zamanda engelli birinin olumlu bir sunumu… Çünkü Orhan; duyarlı, sevgi dolu, anlayışlı… Çok güzel bir yüreği var. Ailesi ve çevresindekilerle ilişkileri çok güzel… Herkese sevgi dolu yaklaşıyor. Onu gerçekten tanıyan herkeste onu çok seviyor. Böylece seyreden herkesin gözünde onu sevilen bir karakter yapıyor.
Seyrettiklerimden anladığım şu ki; Mahsun Kırmızıgül’ün her karakteri çok etkileyici… Ama hayatın bir gerçeği olan engelli ve engellilik olgularını dizide de yansıtması beni bir başka etkiliyor. Halen yayınlanmakta olan “Hayat Devam Ediyor” dizisindeki kolundan engelli Malik karakterinden sonra, şimdi de “Benim İçin Üzülme” dizisinde spastik engelli Orhan ile engelli bir karakteri ekrana taşıyor.  Kendi adıma Orhan’ın sahnelerinin artmasını ve onu daha uzun süre izlemeyi istiyorum. 
 
ALİYE YÜCEL

2 Aralık 2012 Pazar

YARININ ÖNEMİ…



Yarın, 3 Aralık Dünya Engelliler günü… Önemi büyük… Tüm dünyada engellilerin sorunlarının dile getirildiği ve engellilerin hatırlandığı gün… Tam 20 yıl önce Birleşmiş Milletler, 1992 yılında aldığı bir kararla 3 Aralık gününü Uluslararası Engelliler Günü (International Day of Disabled Persons) olarak ilan etti. Bu karardan sonra Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildiri ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün tanınmasını istedi.
Böylece ilk kez 1993 yılı 3 Aralık günü Uluslararası Engelliler Günü olarak anıldı ve kutlandı. Bugünün amacı, engellilerin topluma kazandırılması, engelliler adına pozitif ayrımcılık yapılması, insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanmasıydı.
3 Aralık günü ülkemizde de kutlanıyor. Türkiye’de de engelliler konusunda dikkat çekmek ve duyarlılığı sağlamak için çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Medyada bu konu ile ilgili çeşitli haberler yapılıyor. Engellilerin hayat şartlarını iyileştirme için yapılanlardan bahsediliyor. Ama engellilerin sıkıntıları her alanda devam ediyor. Eğitim, mimari engeller, istihdam, engellilere yönelik yanlış bakış…
Biliyoruz ki engellileri bir gün hatırlamak, bir tek gün onların sorunlarını görmek ve çözüm aramak yetmez. Toplumumuz ve yetkililer engellilerin sorunlarına karşı ilgisiz ve duyarsız. Her alanda ve el birliği ile bir şeyler yapılmalı… Yoksa 3 Aralık Uluslararası Engelliler Günü demenin bir anlamı yok. Hele de sahte dilekler çok yersiz…
Engellilik uluslararası bir sorun… Etkili sonuçlar elde etmek çok zor. Özellikle de ülkemizde... 5378 sayı ve 01 Temmuz 2005 tarihli Özürlüler Kanunu göre, tüm Türkiye’de fiziki çevre düzenlemeleri ve ulaşılabilirliği için 7 yıl süre tanınmıştı. Bu süre, Temmuz 2012’de doluyordu. Ama maalesef bu sürenin bitimine çok az bir zaman kala, ek süre istendi. Bir yasa çıkıyor. 7 yıl süre veriliyor. Ama yine sonuç yok.
Bu arada engelliler adına iyi gelişmelerde olmuyor değil. Ülkemizde ilk kez bu yıl Özürlü Memur Seçme Sınavı (ÖMSS) yapıldı. En önemlisi de “özürlü” ifadelerinin kanun ve yönetmeliklerden çıkarılarak, yerine “engelli” ifadesinin kullanılması talimatı oldu. Böylece bir anlamda engellilerden özür dilenmiş oldu!
Yarın engellileri fark etme günüdür! Empati kurup dünyaya onlar gibi bakma günüdür. Yarın için söylenecek söz çok... Ama bir şey yapamıyorsak hiç olmazsa engelli park alanlarına park etmeyelim, engelli rampalarının önlerini kapatmayalım, engellileri küçümsemeyelim ve onlara acımayalım. Zor olan hayatlarını daha fazla zorlaştırmayalım.
 
ALİYE YÜCEL


 

24 Kasım 2012 Cumartesi

CANIM ÖĞRETMENİM


 
Bazı özel günler büyük anlam taşır. Biz kutlasak da kutlamasak da… Bize birilerini hatırlatır! Bizi bir yerlere götürür! Öğretmenler Günü de böyledir.  “Bugün Öğretmenler Günü” cümlesini duyunca herkes öğretmenini ya da öğretmenlerini düşünür. Her öğretmenim benim için çok değerlidir. İlkokul, Ortaokul, Lise ve Fakültedeki tüm öğretmenlerim ve hocalarım… Bazısı ise çok özeldir. Lisedeki müzik öğretmenim Zümrüt Düvenci gibi... Müzik, çok sevdiğim bir dersti. Ama sevmesem de, o bu dersi bana sevdirirdi eminim.
1981 yılıydı. Mustafakemalpaşa Lisesi’nin Bursa’ya bir okul gezisi vardı. Bu geziye öğrencilerle beraber Zümrüt Hanım’da gitmişti. Dönüş yolunda otobüs kaza yapmıştı. Yaralılar vardı. Sevgili Zümrüt Hanım’da bunlardan biriydi… Başından büyük darbe almış, ağır yaralanmıştı. Hastaneye kaldırıldığında komadaydı. Hayatından endişe edilirken, çok şükür hayati tehlikeyi atlatmıştı.
Kazada başından çok ağır bir darbe aldığı için göz sinirleri kopmuştu. Defalarca ameliyat olmuştu. Ama gözleri görmüyordu. İlçemizde onun güzelliği dillere destandı. Mavi gözleri öyle güzeldi ki... Kazadan sonra görmediğini duyan herkes “Nazar değdi” demişti.
 
İlçemiz bu kaza ile çalkalanmıştı. Kazayı duyduğum an Zümrüt Hanım’ım ağır yaralanmasına çok üzülmüştüm. Sonra onun yaşadığını öğrenmiştim. “Gözleri görmüyormuş” dediler. Ben olsun yaşıyor ya, diye sevinmiştim. Engelli olarak yaşamak zor olsa da, o bunu başaracak güçteydi. Bunu çok iyi biliyordum. Ailece, eşi İsmail Ağabey’i (İsmail Düvenci) de tanıdığımız için, evine ziyaretine gitmiştik. Kapıyı küçük Ceyda açmıştı. Evet yanılmamıştım. Canım öğretmenim, çok güçlü olarak karşımdaydı. O engeliyle baş etmesini biliyordu.
Zümrüt Düvenci, mesleğini seven bir müzik öğretmeniydi. Kazadan sonra öğretmenlik yapmadı. Tüm öğrencileri ona hayrandı. Hem iç, hem dış güzelliği mükemmeldi. Bir insan bu kadar güzel, bu kadar şık, bu kadar alımlı olur da bu kadar mütevazı olabilir miydi? Zor... Çok zor… Ama Zümrüt Hanım böyle biriydi. Onun için ne yazsam az olabilir…
İlçemiz küçük olduğu için çevrede onunla ilgili pek çok haber ve yorumlar yapılıyordu. Ama o ve eşi İsmail Ağabey tüm olumsuz yorumlara rağmen, beraberce her şeyin üstesinden geldiler. Mutlu yaşamlarını ve beraberliklerini devam ettirdiler.
Kızı Ceyda Düvenci nedeniyle yıllardır medyada onunla ilgili haberleri görüyor, ilgiyle takıp ediyorum. Örgü örüyor, ev işlerini kendi yapıyor, saçını bile kendi boyuyordu.  Yanılmamışım, canım öğretmenim hiç engelli gibi yaşamıyordu.
Şimdi yollarımız ayrıldı. İstanbul’da olduğumuz halde görüşemedik. Birkaç yıl 24 Kasım’da aradım. Sonra irtibatımız koptu. Şimdi her 24 Kasım’da aramak istediğim ilk kişi o oluyor. O görmese de, ben onun gözlerinin ışıltısını hep hatırlıyorum.
 
ALİYE YÜCEL

18 Kasım 2012 Pazar

HAYAT BİR YARIŞ


 
Alessandro (Alex) Zanardi’yi, 2012 Paralimpik Oyunları’nda “El Bisikleti” dalında altın madalya kazandığında izlerken, onun neden engelli olduğunu bilmiyordum. Zanardi, ünlü Formula 1 pilotuymuş ve 2001 yılında otomobil yarışında geçirdiği trajik kazada her iki bacağını da kaybetmiş… Kaza ile ilgili haberlere baktığımda dehşete düştüm. O araçtan nasıl sağ çıkabilmiş anlamak mümkün değil. Ama biliyoruz ki, öldürmeyen Allah öldürmez!
Sonradan engelli olan kişiler için en zor şeyin önceden yapabildiği şeyleri yapamaması olduğunu düşünürüm… Zanardi’yi üzen şeyin de bacaklarını kaybetmesi değildir; onu en çok üzen şeyin, tutkunu olduğu yarışlarda olamaması ve o heyecandan uzak kalacak olmasıydı, diye düşündüm. Ancak hayatına bakınca onun bu heyecandan hiç uzak kalmadığını öğrendim. Ona göre hayat bir yarıştı... Ve o her durumda, her koşulda yarıştı!
Alex Zanardi, 2001 yılında Almanya’daki Champ Car yarışında lider bir durumda iken otomobilinin kontrolünü kaybetmiş ve ona çarpan bir yarışçı onun otomobilini ikiye bölmüş… Bu korkunç kazada herkes İtalyan pilotun öldüğünü düşünmüş… Çünkü vücudundaki kanın dörtte üçünü kaybetmiş… Hastaneye bu halde yetiştirilen Zanardi’nin kalbi tam yedi kere durmuş ve elektroşokla tekrar tekrar çalıştırılmış… Doktorlara göre yaşayamaz denilen Zanardi hayatta kalmış…
 
Bizi ilgilendiren hikayesi de buradan sonra başlıyor! Evet, hayatta kalıyor. Ancak otomobil Zanardi’nin bacaklarının olduğu bölmeye çarptığı için her iki bacağı da dizinden itibaren kopuyor. Bir hafta sonra gözlerini açtığında eşi ona sakin bir şekilde “bacaklarını kaybettiğini” söylüyor. Zanardi, o an “Bacaklarım olmadan yapmak istediğim onca şeyi nasıl yapacağım?” diye düşünüyor. Sonra hemen “Bacaklarımı kaybettim, ama beynim yerinde!” diyerek hayata tutunuyor.
Zanardi, yarış tutkusundan asla vazgeçmiyor. İnsan azmine ve motivasyonuna inanamıyor. Çünkü o bacaklarının kaybettikten sadece birkaç yıl sonra yarışlara geri dönüyor. Normal otomobili kullanamayacağından BMW’nin kendisi için özel düzenekler koyarak ürettiği otomobille World Touring Car Championship’te (Dünya Binek Otomobiller Şampiyonası) yarışıyor. Daha önce kullandığı yarış otomobillerinin gaz ve fren pedallarına ayaklarıyla hükmeden Zanardi, bu kez direksiyonda bulunan gaz ve fren kollarına çabucak alışıyor. WTCC’de sağlamken kazanamadığı başarıları elde ediyor.
Bu arada el bisikletine ilgi duymaya başlıyor. 2009’da WTCC’den emekli olup tamamen el bisikletine odaklanıyor. 2009 yılında Venedik’te, 2010 yılında Roma’da, 2011 yılında ise New York Maratonu’nda elleriyle çevirdiği pedallarla yarışlar kazanıyor.
Zanardi, son olarak 2012 Paralimpik Oyunları’nda İtalya’yı temsil etti ve iki altın madalya kazandı. O, “Geçirdiğim kaza sayesinde Paralimpik Oyunları’nda yarışıyorum. Ben şanslı bir adamım! Kazadan sonra bile ne yapmak istediğimi seçebilecek kadar talihliyim. Öyleyse niye hala burada oturmuş, parmaklarımı çevirmiyorum?” diyor. Azmin ve inancın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yarışlardan, hayattan, hayat yarışından hiç kopmuyor.
 
ALİYE YÜCEL

11 Kasım 2012 Pazar

FİLM DİNLEMEK!


“Film Dinlemek” başlığını görünce bunu yanlış yazılmış bir başlık olarak düşünmeyin. Evet, film dinleniyor! Görme engelliler film dinliyor ve bir filmi böyle seyretmiş oluyor. Sinema görsel bir sanat ama görmeyenler de “sesli betimleme” ile film izleyebiliyor. Görme engelliler sesli betimleme olmadan da film izliyorlardı. Ama bazı görsel boşluklar ve ayrıntılar anlaşılamıyordu. Sesli betimleme filmi doğru anlamayı sağlıyor.
Sesli betimleme (Audio Description), filmlerdeki diyalog ve ses olmayan görsel bölümlerin sesli olarak anlatılması anlamına geliyor. Görme engelliler konuşma olmayan bölümlerde olan gelişmeleri takip edemeyeceği için gören birinin anlatmasına ihtiyaç duyarlar… Yoksa bir kopukluk olur. Bu durumda görmeyen kişiye; o sahneyi, mekanı, kişilerin yaptığı hareketleri ve sessiz gelişen çeşitli olayları dış ses anlatır. Bu uygulama sayesinde görme engelliler de bir başkasına ihtiyaç duymadan filmi anlayabilirler.
Her filmde bir hikaye, diyaloglar, efektler ve müzikler vardır. Filmde bir sahne düşünelim, müzik var ama konuşma yok. Görmeden o sahnede neler olabileceğini tahmin etmek çok güçtür. O anda biri gelir, biri gider veya o sahnede çeşitli hareketler olabilir. Görmüyorsak ve biri bize bunu anlatırsa sorun kalmaz. Tamamen görsel olarak anlatılan bir sahneyi görme engelli anlayamaz. Örneğin; “Kadın kapıyı açtı. Yerde bir zarf duruyordu. Zarfı aldı ve açtı…” gibi…
Önceden filmlerin çoğu diyalog ağırlıklı olduğu için görmeyenler tarafından da daha kolay anlaşılabiliyordu galiba. Günümüz filmleri teknolojideki gelişmeler ve sinemadaki değişmelerle daha görsel bir durumda… Bu görme engellilerin filmleri anlamasını daha zorlaştırıyor. İşte sesli betimleme bu noktada devreye giriyor. Görme engellilerde böylece daha kolay anlıyor.
 
Sesli betimlemenin temeli, görme engelli yakınlarının çevrelerinde bulunanları onlara anlatmasıyla ortaya çıkmıştır diyebiliriz. 1970 yılında Amerikalı bilim insanı Prof. Gregory Frazier şahit olduğu bir betimlemeden çok etkilenmiş böylece görsel medyanın görme engellilere aktarımıyla ilgili ilk çalışmayı yapmıştır. 1980’lerde yine Amerikalı bir bilim insanı olan August Coppola ile birlikte çeşitli uygulama alanları araştırmış ve sesli betimlemeyi ilk kez 1989 Cannes Film Festivali’nde tanıtmıştır.
Günümüzde Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde televizyon kanallarında sesli betimlemeli filmler yayınlanmaktadır. Birçok sinema salonu da gösterimdeki filmleri ses ve kulaklık düzenekleri sayesinde görme engelli seyircilerine ulaştırmaktadır.
Ülkemizdeki sesli betimleme çalışmaları 2006 yılında Sesli Betimleme Grubu tarafından başlamıştır. Sesli Betimleme Grubu, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi ile Boğaziçi Engelliler Komisyonu ve Engelsiz Erişim Grubu’nun ortak girişimiyle gönüllü öğrencilerin katılımıyla meydana gelmiştir.  Bu grup ilk olarak Umut Aral’ın Çarpışma isimli ödüllü kısa metrajlı filmini betimlemiştir. Sesli Betimleme Grubu, bu filmin ardından çeşitli filmlerin sesli betimlemesini yapmaya başlamıştır. Sesli Betimleme Grubu, 2010 yılında dernekleşti ve Sesli Betimleme Derneği adı altında çalışmalarını sürdürüyor.
Yapılan bu çalışmalardan sonra artık satılan bazı DVD’lerde dil tercihleri gibi sesli betimleme seçeneği de bulunuyor. Dileğimiz bu sayının artması… Ayrıca, sinema salonlarına da gereken ses ve kulaklık düzeneklerinin yapılması… Böylece, Türkiye’deki görme engelli seyirciler de sinema sanatını takip edip, ondan keyif alabilsinler…
 
ALİYE YÜCEL

4 Kasım 2012 Pazar

ENGELSİZ ASLANLAR YİNE ŞAMPİYON



Tekerlekli sandalye basketbolunu biliyor musunuz? Peki, tekerlekli sandalye basketbol maçını izlediniz mi? Tekerlekli sandalye basketbolu engelli sporlarının en popüler olanıdır. Bilmeyenler için belirteyim. Gördüğünüz o basketbolcuların hepsi tekerlekli sandalyede yaşamını sürdürmezler. Yine engelli olup; kol değneği veya kanedyen gibi aletlerle yürüyenlerde maç süresince tekerlekli sandalye oturup öyle oynarlar.
Oyuncular tekerlekli sandalye üzerinde olduğu için normal basketbol kurallarından farklı kuralları vardır. Maçlar, basketbolun kurallarının tekerlekli sandalye için uyarlanmış haliyle oynanır. Örneğin, topu elinde veya kucağında tutan oyuncu, topu sektirmeden sandalyenin tekerleğini en fazla iki defa çevirebilir. Üç kez çevirdiğinde bu basketboldaki hatalı yürüme yerine geçer…
Tekerlekli sandalye basketbolu dünyada çok bilinen bir engelli sporudur ve Paralimpik Oyunları’nda da yer almaktadır. Ülkemizde de Türkiye Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, Süper Lig, 1. Lig ve 2. Lig olmak üzere üç ligde organizasyonlar düzenlemektedir. Tekerlekli Sandalye Basketbolu A Milli Takımı Avrupa’nın sayılı takımları arasındadır.
Tekerlekli sandalye basketbolundan kısaca bahsettikten sonra gelelim Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı’na… OnlaraEngelsiz Aslanlar” denilmiştir. Engelsiz Aslanlar, Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı'nın en anlamlı tanımıdır. Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, Galatasaray Spor Kulübü’nün 100. kuruluş yılı dönümü olan 2005 yılında kurulmuştur. Kurulduğu günden bugüne kadar geçen sürede de pek çok kupalar kazanmıştır.
 
Engelsiz Aslanlar, geçtiğimiz günlerde Japonya’nın Kitakyushu kentinde, bu yıl 10. defa düzenlenen Kıtalararası Kupa Final maçında ev sahibi ülkeden Miyagi Max ile karşılaştı. Mücadeleyi 67-48 skorla kazanan Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, üst üste ikinci, toplamda ise dördüncü kez şampiyon oldu. Böylece Tekerlekli Sandalye Dünya Kulüpler Şampiyonası Kupası’nı kazandı. Kazanılan bu başarı çok önemlidir. Üstelik her hangi bir spor dalının şampiyonluğundan çok daha kıymetlidir!
Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, daha önce 2008, 2009 ve 2011 yıllarında da bu önemli kupayı Türkiye’ye getirmişti. Engelsiz Aslanlar, 2003’ten bu yana düzenlenen kıtalararası kupayı en çok kazanan takım unvanına da sahiptir. Engellerle dolu ortamlarda yetişen bu sporcular, tekerlekli sandalyeleri üstünden yaptığı smaçlarıyla insanı hayrete düşürüyorlar.
Şampiyonun Sarı-Kırmızı renklere sahip oluşu beni ayrıca heyecanlandırsa da; onlar sadece Galatasaray camiasının değil Türkiye’nin gururudur. Engelsiz Aslanlar, dünyada da düzenli olarak dünya şampiyonu olan tek takımdır! Aslında onlar, tekerlekli sandalyelerinde oturarak kaldırdıkları kupalarıyla, ayakta alkışlanmaktan çok daha fazlasını hak ediyorlar!
 
ALİYE YÜCEL

28 Ekim 2012 Pazar

ÖLÜMÜ İSTEMEK



İnancıma ters bir konuyu, ‘ötanazi’yi işlese de müthiş etkileyici bir film… İnancım gereği hayata Ramon gibi bakmasam da, ona hak vermek istemesem de iyi ki seyrettim dediğim bir film “İçimdeki Deniz”. Filmin gerçek hayattan alındığını bilmek mi çok inandırıcı kılıyor, yoksa filmin her şeyiyle (oyuncular, yönetmen, konu, senaryo) mükemmelliği mi böyle düşündürtüyor bilemedim.
Ramon Sampedro, 19 yaşında denizlere açılan ve dünyayı keşfe çıkan bir denizciydi. 25 yaşında yüksek bir yerden denize atlamış ve bel kemiği kırılmıştı. Boynundan aşağısı felçli, yatağa bağımlı ve bakıma muhtaç biri haline gelmişti. 28 yıl böyle yaşadı. Ölümünü istiyordu. Ancak, intihar bile edemeyecek bir durumdaydı. Yani, ölmek için bile başkasına muhtaç olduğu için ötanazi istemişti. Ama yasalar buna engeldi. Amacına ulaşmak için İspanya hükümetine başvurmuştu. Bu hukuk savaşı sürerken hayatına iki kadın girdi. Biri kendisi de engelli olan avukatı Julia, diğeri onu ölümden vazgeçirmeye çalışan ama sonunda ölmesi için ona yardım eden Rosa.
Ramon’un ötanazi talebi yıllarca sonuçlanmadı. Ülkesinin ve uluslararası basının ilgisini çekti. Hakkında yazılar yayınlandı. Bu arada boş durmayıp yattığı yerden ağzıyla yazıyordu. Yazıları “Cehennemden Mektuplar” adlı kitabında yayınlandı. 1998 yılında ötanazi planını uyguladı.
İçimdeki Deniz  (Mar Adentro) filmi Ramon’un hayatını anlatıyor. Film yönetmen Alejandro Amenabar tarafından 2004 yılında sinemaya aktarıldı. Filmdeki bütün oyuncular çok başarılı ama Javier Bardem bir başka! Javier Bardem’i tanımayan biri seyrederken, “Bu adam gerçekten yatalak mı?” sorusunu sorabilir! Oyunculuğun sadece bedenle, kolla, bacakla yapılmadığını; yüz mimikleri ve gözlerle de yapılacağını gördüm ve çok sevindim!
Filmin hemen hemen her repliği ezberlemek ve hatırlamak isteyeceğiniz kadar etkileyici… Hepsi iç yakıyor, kalp sızlatıyor! Aşık olduğu avukatına “Sana ulaşmak ve dokunmak için kat edebileceğim iki adım, benim için imkansız bir yolculuk…”demesi, onu ikna etmeye gelen rahibin “Bir hayata mal olan özgürlük, özgürlük değildir” demesi üzerine Ramon’un “Özgürlüğe mal olan hayat da hayat değildir” diye cevap vermesi, kendisine aşık olan Rosa’ya "Bak, beni gerçekten seven, ölümüme yardım edecek olan kişidir; aşk bu Rosa, bence kesinlikle bu…" demesi, babasının “Bir baba için oğlunun ölmesinden daha kötü bir tek şey var; oğlunun ölmeyi istemesi” demesi, “Eğer kaçamıyorsan ve başkalarına bağımlıysan, gülümseyerek ağlamayı öğreniyorsun” demesi gibi, her biri anlatılamayacak duygular yaşatan repliklerle dolu…

Ramon, ölmek istiyor ama baktığınızda hayat dolu ve dışa dönük biri… Yatağa bağlı,  hiç hareket edemeyen bu adam yattığı yerden aşık oluyor. Kadınları kendine aşık ediyor. Bir insan ölümü bu kadar çok ister ve beklerken, kaçmak istediği bu hayata aşkı nasıl sokabiliyor? Şaşırıp kalıyorsunuz. Sanki o noktada Ramon’a inanamıyorsunuz.
Ötanazi gibi hassas bir konuyu işleyen film; intihar ile ötanazi arasındaki ince çizgiyi de vurgulamış… Ölmeyi tercih eden insanlar olduğu gibi; ne olursa olsun, ne durumda olursa olsun yaşamayı tercih edebilen insanlarında olabileceğini ortaya koymuş… Gerçek hayattan alındığı için sonunu bilmeme rağmen içimde bir umutla hep Ramon’un ölümden vazgeçmesini bekledim.
Ramon Sampedro “Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum.” diyor. Hayatın sadece hareket etmek olduğunu düşünürsek, böyle yaşamak istenmeyebilir… Ama hayat sadece hareket etmek, edebilmek midir?
Filmin pek çok ödül alması çok doğal… Ne dense, ne yazılsa anlatılamayacak bir film… Bir film daha güzel nasıl olabilir? İnsana ne çok şey anlatıyor. Üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, ilişkileri, koşulsuz sevmeyi, şükretmemiz gereken şeyleri… Seyretmek gerekiyor. Ötanazi hakkında ne düşünürseniz düşünün, ötanazi fikri size ters gelse de mutlaka seyredin.
ALİYE YÜCEL

22 Ekim 2012 Pazartesi

ATASÖZLERİ, DEYİMLER VE BİZ


 
Sözlü kültürümüzün çok önemli parçası olan atasözleri ve deyimler toplumun inanç, kültür, duygu ve düşünce yapısını yansıtıyor. Toplumun kişilere, olaylara kısaca hayatta var olan her şeye bakışını anlamak için kullandığı atasözü, deyim ve halk tabirlerine bakmak gerekiyor. Türkçe bu yönden çok zengin bir dildir. İnsan ilişkileri, çeşitli olaylar, hayata dair her konuda pek çok atasözü, deyim ve halk tabiri vardır.  
Dilimiz; dolayısıyla atasözü, deyim ve halk tabirleri de toplumun engelliye bakış açısına göre şekillenmektedir. Toplumun engellilere bakış açısı bellidir! Engelliler için kullanılan kör, sağır, topal, kambur, deli, dilsiz gibi tanımlamalar atasözü, deyim ve deyişlere de yansımıştır. Böylece atasözleri ve deyimlerde engellilere toplumun ayrımcı bakışını gösteren ifadeler bulunmaktadır.
“Körle yatan şaşı kalkar”, “Kör satıcının kör alıcısı olur”, “Kör topal gitmek”, “Körler sağırlar, birbirini ağırlar”, “Sağır duymaz, uydurur”, “Kör topal gidiyor”, “Kör topal birini bulmak”, “Topalla gezen aksama öğrenir”, “Körler memleketinde şaşılar padişah olur”, “Eli ayağı düzgün olsun da” gibi… Bu listeyi uzatmak mümkündür… Ayrıca; “Oğlum sakat mısın?”, “Spastik hareketler yapma!”, ” “Kör müsün?”, “Bu işte bir sakatlık var!”, “Özürlü müsün nesin?” gibi hakaret amaçlı kullanılan cümleler de vardır.
Çocukken, bebekleri doğacak kişilerin “Kız ve erkek olsun hiç fark etmez. Eli ayağı düzgün olsun da…” sözü içimi acıtırdı. Bu halk arasında çok kullanılan ve iyi niyetle söylenmiş bir dilektir… Ama bu cümle engelli birinin gözlerinin içine bakarak söylendiğinde, onu ne çok incittiği hiç düşünülür mü?
“Körle yatan şaşı kalkar” sözünü ele alalım. Anlatmak istediği “Değersiz kişilerle dostluk yapan, kötü özellikler kapar” değil midir? Bu neden bir engelli üzerinden gösterilir? Bu engellileri niteliksiz, değersiz, işe yaramaz, beceriksiz, asalak, istenmeyen kişiler olarak göstermez mi? Bunun yerine “Üzüm üzüme baka baka kararır" desek olmaz mı?
Evlenecek kişiye kimseyi bulamaması durumunda yarım yamalakta olsa, iyi kötü olsun da “Kör topal birini bul” demek neyin nesidir? Herhangi birileri anlamına gelen “Keli, körü toplamak” engellinin ne kadar küçümsendiğini göstermez mi? Bunun gibi daha pek çok örnek verebiliriz.
Atasözü, deyim ve halk tabirleri çok anlamlıdır, çok şey anlatır. Anlatım gücünü arttırır… Ama hepsi için çok doğrudur diyemeyiz! En azından engellilerle ilgili olanları için… Yoksa “İçler acısı” bir durumdayız. Allahtan Allah katında üstünlük takva ile!
Günlük hayatımızda kullandığımız kelime, deyim ve kavramları yeniden gözden geçirmeli, engellileri küçük düşüren ve rencide edenleri kullanmamaya çalışmalıyız. Biliyorum çok zor bir şey istiyorum! Ama gün gelip düşünce, değerlendirme ve beğeniler değiştikçe bu bakış akışı da değişecek… Engellilere yönelik yanlış bakışı taşıyan atasözleri ve deyimler de dilden uzaklaşacak… Onların neler yapabildiğini ya da yapabileceğini gösteren atasözleri ve deyimler zamanla dilimizde yer alacaktır.
 
ALİYE YÜCEL

14 Ekim 2012 Pazar

AMPUTE FUTBOL


 
 
Amputasyon, ağır bir şekilde hasar görmüş, hastalıklı, fonksiyonlarını kaybetmiş kol, bacak, el veya ayağın tümünün ya da bir kısmının kesilerek vücuttan atılması işlemidir. Ampute Futbol (Engelli Futbolu) ise; bacaklarından biri olmayan sporcuların koltuk değneği (kanadyen) kullanarak oynadığı bir engelli sporudur.
 
Ampute Futbol Takımı, 6 oyuncu ve 1 kaleciden oluşur. Kaleciler tek kolludur. Ampute futbolda diğer futboldan farklı kendine özgü bazı kurallar vardır. Karşılaşmalar, 25’şer dakikalık 2 devreden oluşur. Devre araları 10 dakikadır. Taç atışı ayakla yapılır. Ofsayt yoktur. Oyuncu değneğiyle topu atamaz. Oyuncu değişikliğinde sınır yoktur. Her iki takımında mola hakkı vardır. Oyuncuların kesik uzuvlarıyla topa dokunmaları yasaktır...
 
Ampute Futbol, 2. Dünya Savaşı sonrası gaziler arasında başlamıştır. 1998 yılından bu yana da Avrupa ve Dünya Şampiyonları organize edilmektedir. Türkiye’de ilk olarak 2003 yılında Karagücü Ampute Futbol Takımı, Uluslararası Ampute Futbol Federasyonu (IAFF) kuralarına uygun olarak çalışmalara başlamıştır.
 
Bedensel Engelliler Spor Federasyonu da Ampute futbolun Türkiye’de tanınması ve lig kurulması için 2004 yılında faaliyet programına almış ve çalışmalara başlamıştır. Ampute futbolun Türkiye’deki gelişimine paralel olarak Türkiye Bedensel Engelliler Spor Federasyonu (TBESF) tarafından 2009 – 2010 sezonunda Türkiye Ampute Futbol Süper Ligi kurulması kararı alınmıştır.
 
 

Ampute Milli Takımımız 16 ile 35 yaş arasındaki futbolculardan oluşuyor. İçlerinde dört gazi sporcu da var. Ampute Futbol, Türkiye’de çok geç başlamasına rağmen büyük başarılar elde edildi. Milli takımımız Ampute Futbol Dünya Kupası’nda şampiyonluğu kıl payı kaçırmıştır. Kendi branşında da dünyanın sayılı takımları arasında yer almaktadır.
 
Daha önce ülkemize iki dünya üçüncülüğü ve Avrupa ikinciliği kazandıran Ampute Milli Takımımız 7 – 14 Ekim 2012 tarihleri arasında Rusya’da yapılan Ampute Futbol Dünya Kupası’na katıldı. Rusya’nın Kaliningrad kentinde düzenlenen şampiyonada 12 takım arasında yarı finale kalma başarısını gösterdi. Final şansını kaçıran millilerimiz bugün Arjantin’le karşılaştı ve bu maçı 3 – 0 kazanarak, üçüncü kez dünya üçüncüsü oldu.
 
Ampute futbola sadece bir spor karşılaşması olarak bakmamak gerekir. Bedensel bir eksikliğin sosyal hayatın içinde olmaya engel teşkil etmediğini göstermesi, her türlü şartlarda hayata bağlanmak gerektiği, engellerle başa çıkmanın bir yolu olduğunu görmek acısından çok önemli… Ama asıl önemli olan engelli biri olarak sporcu kimliği kazanmak ve bu kimlikle uluslararası bir başarı elde etmek…
 
Peki, tüm bunlardan, dünya kupasına katılan ve bugün üçüncülük için mücadele veren bir milli takımımız olduğundan kaç kişinin haberi var? Futbolun çok büyük ilgi gördüğü ülkemizde Ampute futbolun bilinmemesi ve ilginin az olması çok üzücü… Ampute Milli Takımımız bu kadar önemli başarılar yakalarken medyada yeteri kadar yer almaması ise garip bir durum…
 
 
ALİYE YÜCEL

7 Ekim 2012 Pazar

YANLIŞ TANINAN ENGELLİLER: SPASTİKLER


Spastik engelli birini tanıyor musunuz? Tanıdığınız bu spastik engellinin bir zeka sorunu olmadığını anlamışsanız, biliyorsanız sorun yok. Ama bunu bilmeyenler maalesef çok… Spastiklerin büyük çoğunluğunun zeka problemi yoktur. Evet, en yanlış tanınan engelliler; spastik engellilerdir. Kendilerini anlatana, tanıtana, ifade edene kadar işleri gerçekten zordur. Gördüğü her engellinin zeka sorunu varmış gibi davranan kişiler en çok da onları incitir!
Serebral Palsi (Cerebral Palsy) yani Beyin Felci geçirmiş kişilere spastik adı veriliyor. Bu hastalığı geçiren kimseler ve halk arasında “spastik” denilen engelliler, zihinsel engelli değildir. Hastanın zeka düzeyiyle ilgili olmayan bu hastalıkta beyin ile vücuda giden sinyallerin tam olmaması nedeniyle istem dışı hareketler ortaya çıkar. Konuşurken kasılırlar, kekelerler, yüzleri çeşitli ifadelere bürünür bu nedenle onları tanımayan kişiler tarafından zihinsel engelli muamelesi görürler. Bu ne büyük bir yanılgı ve hatadır. Bir insanın hareketlerinin yavaş, konuşmalarının bozuk olması onun zihinsel engelli olduğu anlamına gelmez. Onlar normal zekaya sahip olabilirler.
Serebral Palsi kısa adıyla SP geçirmiş kişilerin zihinsel engelli olduğuna dair bir ön yargı var. Bu genel ön yargı nedeniyle spastik engelliler kendilerini doğru ifade etmekte zorlanıyorlar… Spastiklik toplum tarafından yanlış biliniyor.  İnsanlar onları yanlış tanıyor. Toplum tarafından dışlanıyor, hor görülüyor ya da yok sayılıyor. Bazıları, spastik görünce korkup kaçabiliyor.
 
Zihinsel engelli ya da akıl hastası sanılan; sürekli korkulan, kaçılan, hor görülen, küçümsenen biri olmanın spastikler üzerine bıraktığı psikolojik etkiyi bir düşünsenize… Spastikler, günlük hayatta çektiği hareket zorluğu, konuşma güçlüğü gibi pek çok olumsuz etkinin yanı sıra bir de bununla baş etmek zorunda kalıyorlar…
Spastik engelliler pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da sıkıntı çekiyorlar. Okullara alınmıyor, arkadaşları tarafından dışlanıyor, eğitim sisteminin onlara uygun olmaması nedeniyle performanslarını gösteremiyorlar. Eğitimlerini bir şekilde tamamladıklarını varsayalım, bu kez istihdam alanında zorlanıyorlar. Spastik engellilerin iş bulma şansları diğer engellilere oranla daha az oluyor. Özellikle özel sektörde iş bulmaları daha da zor… Oysaki onların beyin güçleri yerinde ve çok şeyi başarabilecek kapasitededirler.
Spastiklerle ilgili bir önemli konuda spastik teriminin kullanımı… Ne acıdır ki spastik kelimesi bir hakaret olarak da kullanılıyor. Öncelikle spastik kelimesinin, bir hakaret veya alay kelimesi olarak dağarcıklardan mutlaka çıkarılması gerekir.
Sonuç olarak spastik engellileri doğru tanımalıyız. Spastiklerin, kasılma ve istem dışı hareketlerden dolayı görünüşleri biraz olağan dışı oluyor. Bu nedenle kimse spastikleri hor görmemeli, onları yok saymamalı, korkmamalı, kaçmamalı… Spastikliğin bir akıl hastalığı veya zeka geriliği değil; sinir sistemi ve dolayısıyla kasların düzgün çalışmamasından dolayı ortaya çıktığını bilmeliyiz.
 
ALİYE YÜCEL