> Engeloji : 2011

Translate

24 Aralık 2011 Cumartesi

BEN ÖLDÜKTEN SONRA...



“Ben öldükten sonra…” Bu cümleyi öyle çok duydum ki… Pek çok özürlü çocuk, özellikle de kendi hayatını yardımsız yürütemeyen ve öz bakımını bile kendi yapamayan çocuk annesi bunu söyler. Yüksek sesle söyleyemeyenler de mutlaka aklından geçirir. Ne büyük bir çaresizlik cümlesi… “Ben öldükten sonra…”
Bunun için sosyal olarak bir şeylerin yapılması ya da çocuğun yakınları, kardeşleri olması yetmez bir anne için… O hep içinde bir yaradır. “Ben öldükten sonra çocuğum ne olacak?” “Ben öldükten sonra ona kim bakacak?” “Çocuğum bensiz ne yapacak?” der durur. Çünkü bilir ki tüm bunlara bir anneden başkası dayanamaz! Kimse ne kadar mükemmel olursa olsun, anne gibi çocuğa bakamaz! 

Engelli çocuk annesi, kendi çektiği sıkıntı, üzüntü, dışlanma, zorluk (hele de kocası duyarsızsa) gibi pek çok şeye göğüs gerer… Bu durumun psikolojik, sosyal, maddi ve manevi her türlü zorluğuna katlanır… Savaştığı ne çok şey vardır. Bizim aklımıza bile gelemeyecek ne çok şey… Kendi için her şeye razıdır da, kendisi olmadan çocuğunun ne yapacağını düşünür!

En ilginci de içi yanarak, yüreği parçalanarak “Benden sonraya kalmasın!” diye dua eder! Bu ne inanılmaz bir duadır! Canını vermeye razı olan ve evladına bir zarar gelecek aklı çıkan anne böyle bir dua eder! Ne demektir bir evlat için böyle bir dua edebilmek! Buradaki hassasiyet ve inceliği anlayabilmek çok önemli… Bir anneye bunu dedirten ruh halini anlayabilmek! Bir annenin en büyük duası “Bana evlat acısı gösterme…” diye ettiği dua değil midir? O ruh halinden bu ruh haline gelebilmek kolay mıdır? Yine sadece evladını düşündüğü için böyle dua eder.



Yemek yeme, giyinme gibi normal bir çocuğun rahatlıkla yapabildiği şeyleri yapabilmesi bile anneyi öyle mutlu eder ki… “Kendine bakabilse, kendi işini kendi görse bile yeter…” diye düşünür. Bu konudaki her adımı, her gelişimi en büyük mutluluğudur. Belki kendisi olmadan da yaşayabilecektir!

Bu konuda yazacak çok şey var. Sayfalarca da yazılabilir. Bu yazılanlardan sonra tüm bunları da sosyal politikalara bağlamak ve Türkiye’de neler yapılabildiğine getirmek gerekir. Ama ne yapılırsa yapılsın maalesef ki “Ben öldükten sonra…” cümlesi daha çok annenin aklından geçecek… Geçmeye devam edecek…

Sonuç olarak; engelli evlat sahibi olmanın büyük bir imtihan olduğunu bilmek her şeyden önemli! Olaya böyle bakmak, bunu idrak etmek gerekir. Bizim onlar için yapmamız gerekense, yapabileceğimiz her konuda yardımcı olmamız ve en önemlisi onlar için bol bol dua etmemizdir. Allah bu annelerin yar ve yardımcıları olsun…

ALİYE YÜCEL


16 Aralık 2011 Cuma

ENGELLER YOK OLUR


Televizyon izlerken reklam girdiğinde uzaktan kumandayı alıp kanal kanal gezmeyen var mıdır? Bilmiyorum! Ama son günlerde yayınlanan bir reklam var ki kolaysa başka kanala geç ve seyretme! Türk Telekom’un yeni reklamından bahsediyorum. “Bizde de ne kadar güzel reklamlar yapılıyor” dedirten kısa film tadında bir reklam filmi…
Bir sosyal sorumluluk projesinin reklamı bu kadar mı kaliteli olur! Müzik, seslendirme, çekim, oyuncular hepsi çok etkileyici... Hedef kitlesi görme engelliler olan reklam filmi işitsel olduğu kadar, görsel zenginliklerle de dolu. “Bir fark yaratsak yeter, Türkiye’ye değer” demişler ve değmiş doğrusu!
Türk Telekom ve Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Merkezi (GETEM) işbirliğiyle gerçekleştirilen “Telefon Kütüphanesi” projesinin anlatıldığı reklam filminde ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanından bir bölüm ele alınıyor… Ve en etkileyici roman karakterlerinden Raskolnikov’un evden çıkışını, merdivenlerden inişini ve sokakta yürüyüşünü görüyoruz… Sesli kitap dinleyen bir görme engelli, kahvesini yudumlarken dinlediği bu romanı zihninde canlandırıyor. Bizi de bu anlara şahit ediyor. Defalarca seyrettim. Her seyredişimde sanki orada bitmeyecek ve devamı gelecekmiş gibi bir his duyuyorum… Ve öyle etkileyici ki arayıp devamını da dinlemek istiyorum. Reklam Ajansı Publicis Yorum ve yönetmen Gürkan Kurtkaya’yı kutlamak gerekir.

Gelelim hizmete… Yapılan hizmet en az reklamı kadar güzel! Türk Telekom ve Boğaziçi GETEM işbirliğiyle Türkiye’nin ilk “Telefon Kütüphanesi” hizmeti görme engellilere binlerce sesli kitabı ev telefonlarından ücretsiz dinleme olanağı sunuyor.
Uygulama,  0800 219 91 91 numaralı telefon üzerinden hizmet veriyor. Sadece ev telefonları üzerinden faydalanılabilen hizmette kullanıcılar; dilediği kitabı seçme, sonraki aramada kaldığı yerden devam etme, ileri–geri gidebilme gibi özelliklerinden faydalanabiliyorlar.
Hizmetten faydalanmak için GETEM’e en az % 40 görme engelli raporuyla başvurup üye olup olmak gerekiyor. Üyeler alınan kullanıcı adı ve şifreyle istedikleri kitapları dinleyebiliyorlar. Ayrıca, basılı kaynaklardan faydalanamayan felçli, disleksi gibi engellilerde raporlarıyla başvurduklarında bu hizmetlerden yararlanabiliyorlar. Aksi takdirde hizmet ücretli!
GETEM’in arşivine baktığımızda pek çok çeşitli kitaplar var. Reşat Nuri Güntekin, Elif Şafak, Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Pamuk, William Shakespeare, Jules Verne, Amin Maalouf, Charles Dickens, Emile Zola, Agatha Christie gibi binlerce yazarın kitapları bu sayede konuşuyor! Engeller yok oluyor!

ALİYE YÜCEL

7 Aralık 2011 Çarşamba

BARBIE VE TEKERLEKLİ SANDALYEDEKİ ARKADAŞI


Oyuncaklara karşı büyük ilgi duyuyorum. Cinsiyet gereği özelliklede bebeklere… Bunun galiba çocuk olmakla, yaşla da alakası yok. Her türlü oyuncak bebeği hala severim. Bu nedenle gördüğüm her bebeği ilgiyle incelerim. Bir kaç yıl oluyor. Bir gün internette gezinirken tekerlekli sandalyede oturan oyuncak bir bebek gördüm. Çok ilginç geldi. Hemen fotoğrafını kaydettim.

Geçenlerde aklıma geldi ve hikayesini araştırdım. Bu bebeğin Barbie’nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Becky olduğunu öğrendim. Ünlü Barbie bebeklerinin yapım firması Mattel 1997 yılında Barbie'nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Becky'yi piyasaya sürmüş…

Barbie, Amerikalı Ruth Handler’in kızı Barbara için yetişkin bir kadını model alarak tasarlamasıyla 1959 yılında doğmuş! Barbie’nin günümüze gelene kadar kardeşi, erkek arkadaşı, çok çeşitli arkadaşları üretilmiş... Bilindiği gibi Barbie’ler, sadece oyuncak olarak kalmadı. Filmleri, dergisi, çantası, defteri, nevresimi, tişörtü ve akla gelebilecek pek çok şeyi yapıldı.

Barbie bebekler Türkiye’de de çok yaygın... Hemen hemen her kız çocuğunun en az bir Barbie'si var. Barbie bebek sahibi olmak nedense kız çocukları için çok önemli… Kız çocuğu olanların da, Barbie bebeklere ilgisiz kalmaları imkânsız bir durum…

Barbie’ler vücut hatlarını ve bütün bir yaşam biçimini çocuklara dayatıyor diye pedagojik bakımdan hep sakıncalı bulunmuş, çok eleştiri almış ve çocuklara kötü örnek olduğu hep kamuoyunu meşgul etmiştir. Bütün çeşitleriyle çocuklar için uygun bir oyuncak olmadıklarını ortaya koyan tartışmalar açılmıştır. Barbie’nin vücut ölçüleri en çok eleştiri alan kısmı olmuştur.  Barbie bebeklerinin gerçekçi olmayan bir vücut imajı yarattığı ve genç kızları anoreksik olmaya özendirdiği söylenmiştir.



Pedagoglar ne der bilemem! Ama ben tekerlekli sandalyedeki bebek fikrinin çocuklar için faydalı olacağını düşündüm. Dış görünüşü ve hayat biçimiyle çocuğun düş gücüne hitap ediyorsa, belki de tekerlekli sandalyedeki Becky olumlu bir sunum…

Gerçek hayatta böyle bir durum varsa çocukların da bunu bilmesi ve tanıması daha uygun değil mi? Çocuklar engelli olgusunu iyi bilmiyor. Bununla ilgili ailede ve çevrede bir örnek görmemişse, okullarda da bu öğretilmeyince (Bildiğim kadarıyla, okullarda engellilik kavramıyla ilgili bir müfredat yok ve öğretmelerin de bu anlamda bir eğitimi yok…) çocuklar engelli biriyle karşılaştıklarında çok şaşırıyor. Engelliyle nasıl konuşacaklarını ve onlara nasıl davranacaklarını bilemiyor.

İşte Becky çocuğu engelliliğin bir çeşidi olan ortopedik engellilikle tanıştırıyor. Bu hoş bir durum değil mi? Böyle bir bebekle oynayan çocuk tekerlekli sandalyede birini görse yadırgar mı? Engellilik kavramını ve engelli gerçeğini öğrenmez mi? Ayrıca, tekerlekli sandalyedeki çocuklar için de tıpkı onlar gibi bir bebek olması çok uygun bir durum değil mi?

Barbi’ler kusursuzluklarıyla çocukların sevgi ve merhamet gibi duygusal yeteneklerini olumsuz etkiliyorsa Becky tam tersi yönde bir etki yapmaz mı? Çocukların kendilerine hem fiziksel hem de kültürel olarak bu bebeğin yaşam biçimini model alıyorsa Becky belki de Barbie’lerin en faydalısı! Çünkü çocukların psikolojik deneyimlerini de farklılaştırıyor.

"Tekerlekli sandalye" olumsuz bir klişe gibi görülse de hayatın bir gerçeği… Bu tür oyuncakların olumlu bir etkisi olacağını düşünüyorum. Bu bebek engelli insanları tanımak ve onlarla ilgili tutumları değiştirmek için tasarlanmışsa, amacına ulaşmıştır. Çocuklar geleceğimizse engellilik olgusuyla küçük yaşta tanışması gerekir. Sonuçta; engellisi engelsizi sosyal hayatı hep beraber paylaşıyoruz.

Not:
Bu arada, Becky’nin hikayesini araştırırken bir gerçeği de öğrendim. Barbie'nin tekerlekli sandalyedeki arkadaşı Becky ilginç bir durumla da karşılaşmış! Omurilik felçli Kjersti Johnson’ın bebeği Becky, Barbie’nin 100 dolar değerindeki Barbie Bebek Evi’nin asansörüne sığmamış! Bu şikayet üzerine Mattel firması evi tekrar tasarlayacaklarını duyurmuş… Bir engellilik gerçeği olan “mimarı engeller” ilginçtir ki bu noktada da ortaya çıkmış…


ALİYE YÜCEL

2 Aralık 2011 Cuma



"3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ"

3 Aralık gününün "Herkes bir engelli adayıdır!" sözünün söylenmeyeceği bir gün olmasını diliyorum!

20 Kasım 2011 Pazar

MALİK'İN HİKAYESİ



Dizi izlemeyi severim. Pek çok dizi başlamadan önce basın ve ekran tanıtımlarını gördüğümde mutlaka bakarım. Hayat Devam Ediyor dizisi için de önceden bilgim vardı. Gerek yönetmeni, gerek konusu ve gerekse oyuncu kadrosu mutlaka seyretmeliyim düşüncesini uyandırdı. Diziyi seyrettim. Mahsun Kırmızıgül filmlerindeki gibi yine güzel bir iş çıkarmış… Ancak dizide beni etkileyen farklı bir unsur daha oldu. “Küçük insanların büyük hikayesi” sloganıyla yola çıkan dizide birçok hikayenin yanı sıra bir engelli hikayesi de vardı!
İsmail’in yedi çocuğundan biri olan bir kolu sakat olan Malik’in hikayesi…
Karakter tanıtımında: “Malik: İsmail ve Cennet'in 20 yaşındaki oğlu… Yıllar önce babasının neden olduğu kaza nedeniyle bir kolu sakat kalmış. Sakatlığının onda açtığı psikolojik yaralar ve ailesinin geçimine herhangi bir katkıda bulunamadığı düşüncesi onu iyiden iyiye içine kapanık ve sıkıntılı bir karaktere dönüştürmüş…” diye anlatılıyor.
Malik karakterini Serkan Şenalp canlandırıyor. Genç oyuncu rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Oyunculuk aşkı insanı ne hallere koyuyor. Gerçekten bir elinin çolak olduğuna insanı inandırıyor.
Dizideki diğer hikayelerin arasında geri planda kalan Malik’in hikayesini bir başka gözle izledim. Algıda seçicilik böyle oluyor… İşte! Malik karakteri ile ilgili izlenimlerim:
Malik, ağabeyi tarafından yapmaya çalıştığı işi “Tek kolla değil iki kolla çek!..”,“Tek kolunla erkeklik mi yapmaya başladın?”,“Kolsuz kahraman…”, “Sağlam kolunu da ben kırarım!” gibi özrüyle ilgili hakarete uğruyor ve küçümseniyor.
Ağabeyi Malik’le ilgili olarak babasına “Bu mu senin tek oğlun? Tek ama yarım işte!” diyerek engelli birinin yarım insan olarak kabul edildiği gerçeğini gösteriyor.

Dedesiyle geçen diyalogdan ise dedesinin Malik’e değer verdiğini, kendi durumuyla ilgili gerçekleri onunla paylaştığını görüyoruz.
Malik’in, babasının kardeşine alamadığı pembe ayakkabıları, biriktirdiği parayla alması… Kendi vermeyip babasına getirip, vermesini istemesi… Ve babasının kardeşlerinin yanında üzülmesini de istemeyecek kadar hassas olması insanı çok etkiliyor. Babası da “Ben olmasam, onların babası sensin…” deyip onu önemsiyor.
Töre nedeniyle kız kardeşini öldürme işi Malik’e kaldığında ise üvey annesi; “Erkekliğin ne oldu? Eğer içinde az bir erkeklik varsa öldürürsün… Yok, eğer vuramam, sakatım (!) diyorsan o başka! Şimdiye kadar yarımdın! Tam erkek olmak istiyorsan bu namusu temizlersin!” diyerek onu en hassas yerinden vurmaya çalışıyor.
Malik, “Herkes görecek benim ne kadar erkek olduğumu!” diyerek kardeşini öldürmek üzere yola koyuluyor. Ancak “Eksikliğimden beni kurtar!” diyen kardeşine “Yüzüme bakan herkes beni eksik saydı! Ama ben diğer elimi keserim, yine seni vuramam!” diyerek ne kadar sağduyulu olduğunu gösteriyor.

İlk bölümden bu kadar… Gelecek bölümden itibaren İstanbul’da devam edecek dizinin genel özetinde “Bir kolu sakat olan sessiz Malik’in şehirde giderek erozyona uğraması…” şeklinde bir cümle var. Umarım Malik rolünde, engellinin olumsuz değil de, hep olumlu sunumlarıyla karşılaşırız.   


 ALİYE YÜCEL

12 Kasım 2011 Cumartesi

İSTANBUL, SENİ SEVİYORUM!


“Paris, Seni Seviyorum” (Paris, I Love You) filmini izlediniz mi? Filmde, farklı ülkelerden çok sayıda yönetmen Paris’te geçen bir hikaye anlatıyor. 18 kısa film… Sevginin birçok çeşidi konu edilmiş... Kadın erkek, iki dost, anne çocuk sevgisi gibi… Mutluluk, hüzün, sevinç, ayrılık, tesadüfler ve en önemlisi sevgiye dair ilginç hikayeler…

Film, etrafımızda ne kadar farklı hayatların olduğunu bize hatırlatıyor. Bazılarıyla ortak şeyleri yaşadığımızı ve ortak duygular hissettiğimizi anlıyoruz. 18 kısa filmi arka arkaya seyredip, sonra da “Acaba kaçırdığım bir şey var mı?” diye tekrar izlemek isteği duyabilirsiniz.

Aşk şehri Paris’te geçen bir de engelli hikayesi var! Kısa hikayelerin arasında belki de en iyisi, en güzeli… 7 dakikalık bir film… Ama anlattığı çok şey var. Gerçek bir kısa film! Uzun metrajlı bir film olacak kadar da konsantre!



“Faubourg Saint – Denis”

Ünlü oyuncu Natalie Portman’ın görme duyusunu kaybetmiş gençle yaşadığı aşkı anlatan film…

Güzel bir aktris (Natalie Portman), görme engelli sevgilisini (Melchior Beslon) arayarak ilişkilerinin bittiğini söyler. Genç adam böylece anılarına bir yolculuk yapar. İlişkilerini ve aşklarının süreçlerini kısa cümlelerle ilk günden itibaren anlatır. Her ilişkinin farklı detayları vardır ve önemli olan da budur!

Filmde, görme engelli genç  “Beni duyuyor musun?” diyen sevgilisine “Hayır! Seni duymuyorum. Seni görüyorum!..” diyerek sevginin gücünü gösteriyor.

Yönetmen Tom Tykwer, sevginin önemini kaybetmeye başladığı günümüzde, güzel tesadüflerinde olduğunu, hayatın devam ettiğini ve ümidi gösteriyor.

Film bittikten sonra “İstanbul, Seni Seviyorum” diye bir film olsa ve benim hikayem nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim.

Not:
Paris’te geçen bu kısa filmin bir sahnesinde “Star Çankırı Çay Salonu” levhasını görmekte çok şaşırtıcı ve ilginçti.


ALİYE YÜCEL

23 Ekim 2011 Pazar

İŞVERENLERE SESLENİŞ!


BİZE BİR SANŞ VERİN!

Her birey gibi bizde bir iş sahibi olmak istiyoruz. Bu nedenle sizlere ulaşmaya çalışıyoruz. Bizi gördüğünüzde “yok olmaz, işe giremezsin” bakışıyla karşılaşmak istemiyoruz. Biz bu bakışlarla pek çok yerde, pek çok kez karşılaşıyoruz. Bizi görmezden gelmeyin ve asla acıma duygusuyla yaklaşmayın. Biliyoruz ki pek çok yerde olduğu gibi istihdam alanında da engellilere karşı bir ön yargı var. İşverenlerin bizler hakkındaki önyargıları aslında yetersiz ve hatalı bilgilere dayanmaktadır.

Engelliler verimli çalışamaz,

Onları işten atmak daha zordur,

Sürekli hastalanırlar ve sık sık izin alırlar,

Diğer çalışanları rahatsız ederler ve çalışma temposunu düşürürler,

Onlar için özel düzenlemelerin yapılması masraflıdır,

Alıngan olurlar, çabuk sinirlenirler ve göz zevkini bozarlar…

Oysa;

Biz işimizi çabuk kavrarız,

Kesintisiz çalışabiliriz,

İş bilincine sahibiz,

Sorumluluk sahibiyiz,

İşimize zamanında gelebiliriz,

İşi bırakma ihtimalimiz daha azdır ve normal çalışanlar kadar verim gösterebiliriz…
Bazen hepimiz mükemmelliği ararken gerçeği kaybediyoruz. Oysa bizler gerçeğiz. Gelin gerçek bir çalışanla tanışma fırsatından mahrum kalmayın.

"Acaba yapabilecek mi?" endişesini bir yana bırakıp, bize bir şans verin.

ALİYE YÜCEL




14 Ekim 2011 Cuma

"YOL ARKADAŞIM" DİZİSİNDE BİR ENGELLİ HİKAYESİ


Kanal D'de başlayan yolculuğuna Star'da devam eden 'Yol Arkadaşım' dizisinin 24. bölümünde engellileri çok yakından ilgilendiren bir konu yer aldı. Evin küçük oğlu müzisyen Soner, kendisine hayran olan Elif’in tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda olan biri olduğunu öğrendi... Elif’e bir mail yazdı. Ve ne çok şey anlattı!
Sevgili Elif,
Sana telefonla da ulaşmaya çalıştım Ama hep kapalısın. Ne diyeceğimi, nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum. Seni kırmak inan bu hayatta isteyebileceğim en son şey.  Seni ve durumunu gördüğüm anda yüzümü toparlayamayışım affedilmez bir şeydi bunu biliyorum. O bakışlarla ömür boyunca karşılaştığını ve her gün yeniden savaştığını kestirebiliyorum. Şaşkınlığım özrüne yönelik bir şey değildi. Bu bir özür mü onu bile bilmiyorum, çok saçma… Neden ve kime karşı özürlü olduğunu bile kestiremiyorum. Çünkü takılan isimler,  yüklenen anlamlar hep beraberinde başka saçmalıkları da getiriyor. Ben nasıl davranacağımı bilemedim. İşte hepsi bu… Hiç bir şey yokmuş gibi davranmak ya da sana aşırı nazik olmak arasında bocaladım. İkisi de yalan olacaktı çünkü… Ve sen bunun bir sahtekârlık olduğunu anlayacaktın. Evet hazırlıksızdım. Çünkü kafamızda bir sürü beklenti ve idealize edilmiş tiplerle yaşıyoruz hepimiz… Güzellik yarışmaları, reklamlardaki sözde mükemmel insanlar, dizi filmlerdeki kahramanlar bizi bunlara koşutluyor! Hep aldatılıyoruz, bilerek ve isteyerek kanıyoruz.  Ve inan bundan hoşlanıyoruz. Ne acı değil mi?  Her geçen gün gerçek bir insanla tanışmanın yerine kahramanları bekliyoruz.  Ve mükemmeli ararken gerçekliği kaybediyoruz.  Oysaki hepimiz gerçeğiz. Sadece birilerinin ya da yaşadığımız bir anın bize bunu hatırlatması gerekiyor. Tıpkı dün geceki gibi… Lütfen beni gerçek bir insanla tanışma fırsatından mahrum etme. En azından bir kahve içme teklifimi geri çevirme… Buna çok ihtiyacım var.

                                                                  Soner



Bir engelli olarak yukarıda yazılanların pek çok engellinin duymak istediği sözler olduğunu çok iyi biliyorum. Bir engelliye nasıl bakılması gerektiği gösterdikleri için diziye emeği geçen herkese teşekkürler... (Umarım kız sonunda ayağa kalkmaz!)

                                                                                
ALİYE YÜCEL

4 Ekim 2011 Salı

VERA'NIN ŞOFÖRÜNE FARKLI BİR BAKIŞ!



“Vera’nın Şoförü” filminin tanıtım metninin okuduğumda ilk cümlesi ilgimi çekti. “… Film General Serov ve onun fiziksel engelli kızı Vera etrafında döner. Vera, içki ve sigara kullanan, göz alıcı ancak fark edilir fiziksel engeli olan bir kızdır…”

Bir engelli olarak bu filmi mutlaka izlemeliyim diye düşündüm. Her dönemde engellileri konu alan filmler yapılmıştır. Acaba bu film bir engelliyi nasıl ve ne şekilde anlatıyordu!

“Vera’nın Şoförü” filmine yapılan pek çok politik ve sanatsal eleştirinin yanı sıra, başrol oyuncusunun fiziksel engelli olması nedeniyle bu açıdan da bakılmalı…

Yelena Babenko, engelli birini başarıyla oynuyor. Vera, fiziksel engeli olan bir kız olmasına rağmen bu bir engelli hikayesi değil… Ancak, Vera’nın fark edilir engeline rağmen (yaptığı bazı şeyler tasvip edilemese de) kendine güveni olumlu bir sunum…

Birçok eski Türk filminde engellilerin olumsuz sunumunu herkes bilir. Engellilerin başarısız ve trajik bir yaşam sürdükleri, normal bir yaşam sürdürmelerinin zorluğu; yardıma muhtaç ve acınası kişiler oldukları vurgulanmıştır. Bu filmleri izleyenler engellilerinde, asla evlenip anne olamayacaklarını düşünüp üzülmeleri bilinen bir gerçek…

Filmde birkaç küçük sahne dışında Vera, engelinden dolayı farklı bir muamele görmüyor. Yaptıkları doğru yanlış tartışılır ama Vera’nın hayatının bize anlattığı engelli biri de aşık olabilir, evlenir ve çocuk sahibi olur… Bu tür örneklerin sunumunun, engellilerin normal bir hayat sürebileceklerinin gösterilmesinin bizler için önemi çok büyük… Yönetmenin bir engelliyi böyle bir bakış akışıyla görmesi özlenen ve beklenen bir durum…





VERA’NIN ŞOFÖRÜ (Vera's Driver)

Tür : Dram / Romantik
Yönetmen :
Pavel Chukhray
Senaryo :
Pavel Chukhray
Yapım :
2004, Rusya.
Oyuncular : Igor Petrenko (Viktor) , Yelena Babenko (Vera) , Bogdan Stupka (General Serov) , Andrey Panin (Adjutant Saveliev) , Yekaterina Yudina (Maid Lida)

1997’de çektiği Oscar adayı “Hırsız” filmiyle yeteneğini sanat dünyasına kanıtlayan ünlü Rus yönetmen Pavel Chukhray, son filmi Vera’nın Şoförü ile bu kez soğuk savaşın duygusuz yüzüne, bir sevgi filmiyle cevap veriyor.
1960 yılında Sovyet Rusya ve Küba arasında yükselen soğuk savaşın ardındaki insanlık dramını ''Vera''nın Şoförü'' ile öykülendirilen ve Pavel Chukhray imzasını taşıyan film, Sochi Rus Filmleri Festivali'nden En İyi Senaryo, Festivalin Büyük Ödülü, Jüri Özel Ödülü, Nika Festivali'nde En İyi Müzik, Umut Vaat Eden Oyuncu, En İyi Yapım Tasarımı ve Honfleur Rus Filmleri Festivali'nde Büyük Ödül almaya hak kazandı.

Konu:

Rus Yönetmen Pavel Chukhray’ın yönettiği, romantik drama türündeki Vera’nın Şoförü, 1960 yılında Sovyet Rusya ve Küba arasında yükselen, soğuk savaşın ardındaki insanlık dramını anlatıyor.
Film General Serov (Bogdan Stupka) ve onun fiziksel engelli kızı Vera (Yelena Babenko) erafında döner. Vera içki ve sigara kullanan, göz alıcı ancak fark edilir fiziksel engeli olan bir kızdır.
Viktor (Igor Petrenko) genç bir kızıl ordu askeridir. General adına çalışmaktadır. Viktor, Vera’nın özel şoförü olarak göreve atanmıştır. Victor, Vera’yı görür görmez ona ilgi duymaya başlar.
Linda, (Yekaterina Yudina) Generalin uzun boylu sarışın güzel hizmetçisidir. O da Viktor’dan hoşlanmaktadır. Ancak Viktor, yavaş yavaş Vera’ya aşık olmaya başlamıştır. Vera’nın küçük bir sırrı vardır.



ALİYE YÜCEL