> Engeloji : 1.04.2012 - 1.05.2012

Translate

29 Nisan 2012 Pazar

SAKATLIK İZDİVACA MANİ...


Eski Türk filmlerindeki engelliler; hep acınacak, zavallı, dışlanması gereken veya alay edilen kişilerdi. Öyle kötü bir durumdaydılar ki yaşamaları bile gereksizdi! Türk filmlerindeki sakat kalan oyuncular eşi veya sevgilisi tarafından mutlaka terk edilirdi. Ya da bir vesile ile sağlamlaşırdı! Çünkü aksini düşünmek imkansızdı. Yani sakat biri ile sağlam biri asla sevgili olamaz, evlenemezdi. Sakatlık “izdivaçlarına mani” olurdu! Hiçbir yerli filmde kör görmeden, kötürüm yürümeden “Son” yazmazdı!

Oyuncu, tekerlekli sandalyedeki veya gözleri görmeyen sevgilisini görünce ne yapacağını şaşırır, ne söyleyeceğini bilemez ve kaçar giderdi… İşin en garip yanı ise; çevresindekilerin sakatlanan kişiyi zavallı ve acınacak biri olarak görmesi değil, bu durumu yaşayan kişinin de böyle düşünmesiydi! Yani, kanıksanmış çaresizlik vardı!

“- Ben artık yarım bir insanım!”
“- Ben kör bir gencim. Rica ederim duygularımla oynamayın!”
“-Sakat bir kıza gönderilen çiçeğin şefkatten başka ne anlamı olabilir?”
“- Ben bu sakat halimle seni mutlu edemem! Sen git…”

Bu örnekler sayfalarca uzatılabilir… Filmde bu replikler, böyle bir trajedi olunca biz de şunu anlardık: Kör, koltuk değnekli ya da tekerlekli sandalyedeki bir kişiyle evlenmek ve onunla yaşamak karşı tarafı “bedbaht etmek” için yeterli bir sebeptir! Eşinden, sevgilisinden mutlaka kaçıp gitmesi ve “bu bahsi burada kapatması” gerekir! İşte Yeşilçam’ın engelliye bakışı budur!


Film izlerken pek çok kişi kendini oyuncunun yerine koyar, kendini onlarla özdeşleştirir. Gelin, şimdi Türk filmlerini izleyen engellileri bir düşünelim. Kendini yerine koyduğu kişi bir zavallı! Terk edilmeye mahkum, yaşaması bile suç! Sakat olan kişi asla sevilemez, evlenemezdi! Ancak mucizevi bir iyileşme olursa bu hakka sahip olabilirdi! Senaristler, yapımcı ve yönetmenler engellilere hep bunu gösterirdi! Bu engelliler için ne büyük bir yıkım…

Bu nedenle şimdi her seyrettiğim film ve dizilerde engelliler varsa onların nasıl sunulduğu beni çok ilgilendiriyor. Maalesef engelli olup, seyrettiğimizde mutlu olacağımız filmler çok az… Engelliyi toplumda aşağılanan, küçük görülen, acınan biri olmaktan çıkarabilmek ve olumlu bir duygu beslememizi sağlayabilmek çok önemli...

Eski Türk filmleri çok sevilir ve seyredilir. Ama engellilerin bu olumsuz sunumunu da herkes bilir. Böyle senaryo yazdıklarına ve böyle film yaptıklarına göre böyle düşünülüyor demek ki... Ne sakat bir düşünce! Oysa engelliler de herkes gibi normal bir yaşam sürdürebiliyor. Milyonlarca insan ömür boyu engelli olarak yaşıyor. Bu nedenle artık bunu yansıtan filmler ve diziler çekilmeli… Oyuncu engelliyse sevdiğinden ayrılmamalı… Sakatlık izdivaca mani olmamalı…

ALİYE YÜCEL

21 Nisan 2012 Cumartesi

YAŞAMA SEVİNCİ BİTTİ!


1989 yılıydı, Yaşama Sevinci Dergisi’nin çıktığını öğrendiğimde çok sevinmiştim. Engelliler için hazırlanan derginin ilk sayısını almış ve abone olmuştum. Bir gün derginin sahibi A. Faruk Öztimur’la tanıştım. Bir dergiye yazı yazdığımı söylediğimde “Gel bizim dergide çalış…” demişti. Bu teklif beni çok mutlu etti. Hemen kabul ettim ve dergide çalışmaya başladım. Derginin ofisinde aynı zamanda hedef kitlesi engelliler olan ve TRT’de yayınlanan “Her Şeye Rağmen” programının çalışmalarını da yapıyorduk. İlk işimdi ve benim için çok önemli günlerdi.
Geçtiğimiz Salı günü ölüm haberini aldığım Faruk Bey’in yanında 2 yıl kadar çalıştım. İlk patronumdu. Kendisiyle barışık ve hayat dolu bir insandı. İyi kötü ne günlerimiz oldu! Bana engellilik bilincini aşılayan, bu alanda aşılacak çok yol olduğunu gösteren o oldu. Bugün hala bu konu da bir şeyler yapmaya çalışıyorsam onun sayesindedir.
Kendisi de bedensel engelli olan Ahmet Faruk Öztimur, engellilik ve engelli hakları denilince akla gelen ilk isimdi. Engelli sorununu gündeme taşıyan ve engellilik hareketini ilk başlatanlardandı. Türkiye’de engelli hakları konusunda bir şeyler yapılıyorsa onun sayesindedir. Engellilere yönelik “Her Şeye Rağmen” programını hazırladı ve sundu, engelliler için hazırlanan ilk dergi olan “Yaşama Sevinci Dergisi”ni çıkardı. Dergide Braille Alfabesi’yle yazılmış bölüm de bulunuyordu. Türkiye’de ilk kez engellileri spora yönelten bir çalışma yaparak “Yaşama Sevinci Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı”nı kurdu. Engelliler için pek çok organizasyonlar düzenledi.

Faruk Öztimur, siyasetçiler tarafından tanınır ve sevilirdi. 1994 yılında Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanlığı'na seçildi ve 2007 yılına kadar tam 13 yıl bu görevi sürdürdü. 1999 genel seçimlerinde ANAP’tan milletvekili adayı oldu. Ancak seçilemedi. Dönemin Başbakan Yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı tarafından önerilerek Başbakanlık Müşaviri oldu ve 2006 yılına kadar bu görevde kaldı.
Ahmet Faruk Öztimur, Antalya’da otomobilinin denize düşmesi sonucu boğularak 51 yaşında hayatını kaybetti. Bu haber medyada çok farklı şekillerde yer aldı. “Konfederasyon Başkanı Göz Göre Göre Öldü”, “Ahmet Faruk Öztimur Otomobille Denize Uçtu”, “Engelli Bir Yaşam Sulara Gömüldü”, “Kaza Değil, Ölüme Sürdü”, “Engellilerin Eski Başkanı İntihar Etti” gibi çok çeşitli manşetler atıldı. İntiharı için de, lösemi teşhisi kondu buna dayanamadı, ekonomik sorunları vardı, hayatın yükünü taşıyamadı gibi sebepler yazıldı.
Hayatını engelli haklarına adayan biri olan Faruk Öztimur’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Mekanı cennet olsun. Allah ona rahmet eylesin ve yakınlarına da sabırlar versin. Ölümü başka bir sebeple de olsa yine çok üzülürdüm. Ama böylesi çok sarsıcı oldu ve daha acı geldi. İnsan inanamıyor. Dergideki önsözünü “Yaşama sevinciniz artsın, eksilmesin” diye bitirirdi. “Her Şeye Rağmen” ve “Yaşama Sevinci” diyen biri intihar eder mi? Yaşama sevinci bir gün biter mi?

ALİYE YÜCEL

15 Nisan 2012 Pazar

HELEN KELLER'İN SESSİZ VE KARANLIK DÜNYASI


Yazıma başlamadan birkaç soru sormayı ve cevaplarını düşünmenizi istiyorum…

İşitme engelli birinin dünyayı algılarken kullandığı en önemli duyu nedir?
Cevap: “Görmek” olmalı…
Görme engelli biri dünyayı nasıl algılar?
Bunun cevabı da “Duyarak” olmalı…
Peki, hem görme, hem de işitme engelli olursa ne yapar? Nasıl algılar?
Bir an düşündünüz değil mi? Ben de Helen Keller'in hem kör, hem sağır, hem dilsiz olduğu öğrendiğimde uzun bir süre düşündüm. Dünyayı nasıl algılamış olduğunu çok merak ettim. Nasıl algılamış ve bu algısını nasıl aktarmış? Bir insanın, hem duymadığını, hem görmediğini ve hem de konuşamadığını düşününün…
Dünyaca ünlü Amerikalı pedagog Helen Keller, 1880 yılında sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Ama geçirdiği ateşli bir hastalık onu görme, işitme ve dolayısıyla konuşma engelli haline getirdi. Böylece sessiz ve karanlık bir dünyada kaldı. Çevresindekilerin konuştuklarını onların dudaklarına dokunarak fark etti. Ama ne onları anladı, ne de konuşabildi. İnsanlarla iletişim kurmak istiyor, kuramıyor ve çok sinirleniyordu.
Helen, eğitim çağına geldiğinde ailesi onun iyi bir eğitim almasını istedi ve Graham Bell ile temas kurdular. Graham Bell, telefonun icadından sonra kendini sağır çocukların eğitimine adamıştı. Bell sayesinde kendisini de görme engelli olan Anne Sullivan’dan eğitim almaya başladı. Anne Sullivan, Helen’in kontrolsüz davranışlarının insanlarla iletişim kurmasıyla düzeleceğine inandı ve hemen bu yönde çalışmaya başladı. İşaret dilini ve Braille Alfabesi’ni Helen’e öğretti. Helen’e nesneleri öğretmek için eline yazılar yazıyor, nesnelere dokunmasını ve böylece onların ne olduğunu algılamasını sağlıyordu. Helen öğrenmeye “su” sözcüğünden başladı. Öğretmeni Anne, Helen’i tulumbanın yanına götürüp tulumbadan su çekmiş, Helen’in elini oraya tutmuş ve hemen ardından eline “su” yazmıştı. Yani, suyu öğretmek için suya, toprağı öğretmek için toprağa dokunmasını sağladı. Helen, görme ve duyma duyularının yerine dokunma ve koklama duyularını kullanarak insanları, canlıları ve hayatı anlamaya çalıştı. Anne Sullivan, Helen’in gözü, kulağı ve sesiydi. İkisi daima beraberdi. Bu bize bir engelli için özel eğitimin, azmin ve sabrın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Helen, Körler Okulu’ndan sonra Sağırlar Okulu’na da gitti. Anne Sullivan, bu okulda da onun yanında olup tercümanlığını yaptı ve ona destek oldu. Öğretmenlerin anlattıklarını Helen’in ellerine çizerek anlamasını sağladı. Braille Alfabesi’yle yazdı, Helen bunları okudu. Öğrenmeye çok istekli ve zeki bir öğrenciydi. Doğuştan ve çok küçük yaşta sağır olanların çok zor öğrenebileceği konuşmayı bile öğrendi. Okulundan lisans derecesi alan, ilk kör ve sağır öğrenci olarak mezun oldu. Öğrendiklerini anlatmaya başladı ve hatta Braille Alfabesi’yle kendi hayatını yazdı. Bunu “Hayatımın Hikayesi” adı ile kitaplaştırdı ve kitap 50 dile çevrildi.
Helen, mezun olduktan sonra hayatını, engellilerin eğitimine ve onlara yaşama sevinci aşılamaya adadı. Engelliler için eğitimin çok önemli olduğunu ve eğitimle tüm zorlukların aşılacağını anlatan çalışmalar yaptı. Beş dil bilen, satranç oynayan, yüzen, bisiklet, kano ve yelkenli ile gezintiye çıkan Helen, binlerce engellinin hayata tutunmasına sebep oldu. Amerika ve davet edildiği deniz aşırı ülkelerde, konuşarak ya da işaret diliyle verdiği konferanslarda geniş kitleleri etkiledi. Helen Keller, felsefe alanında doktora yaptı ve hayatı boyunca pek çok üniversiteden onursal doktora derecesi aldı. Braille Alfabesi’yle makaleler yazdı, sözleri tüm dünyaya yayıldı ve 11 kitaba imza attı.
Helen Keller, 50 yıl boyunca hep yanında olup ona destek olan Anne Sullivan’a çok şey borçluydu. Helen’in bu örnek hayatı yapımcılardan da kaçmadı ve hayatı beyazperdeye de aktarıldı. Amerika’nın büyük ödülü Özgürlük Madalyası’nı aldı. 1968 yılında dünyadan ayrılan Helen Keller, 88 yıllık hayatına sayısız başarı sığdırdı. Helen Keller’in ölümünden bu yana 44 yıl geçmesine rağmen başardıkları, örnek hayatı ve mücadelesi onu efsaneleştirdi. Hikayesini ve yaptıklarını okuyunca kör, sağır ve dilsiz bir insan bunları nasıl yapabilir diye düşünmemek elde değil. Ama anlıyoruz ki engel gibi görünenler, engel olmayabilir! Sessiz ve karanlık bir dünyada bile çok şey yapılabilir!

ALİYE YÜCEL

8 Nisan 2012 Pazar

HAYATTAN RENGİ ALIN...


"Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” İzlemişsinizdir. Bu Filli Boya’nın 2012 reklam sloganı… Ünlü besteci ve piyanist Fahir Atakoğlu piyanonun başında… Ve kendisine eşlik eden ünlülerle bu sloganı söylüyorlar. Daha doğrusu önce söyleyemiyorlar! Sonra Fahir Atakoğlu’nun ikazlarıyla söyleyebilecekleri en güzel biçimde söylüyorlar… Ünlüler ise Selçuk Yöntem, Zerrin Tekindor, Tülin Şahin,  Buğra Gülsoy ve Gupse Özay.

Duyduğumda melodi çok hoş geldi ve dilime de pelesenk oldu. Gelelim bu sloganın beni niye bu kadar rahatsız ettiğine! Sloganı tekrarladıkça; Hayat sadece renk midir? Renk giderse hayattan geriye bir şey kalmaz mı? Öyleyse, görme engelliler için hayatın bir anlamı yok mu? Onlar için geriye hiç bir şey kalmamış mı? Soruları aklıma takıldı. Bunları kendi kendime tekrarlayınca da, ne kadar talihsiz bir slogan olduğunu düşündüm.

Bir boya reklamı için “renk” tabii ki önemli bir unsur… Bu tamam… Anlaşılan bunu da vurgulamak istemişler. Ancak, bunu vurgularken bir kesim insanı hiç düşünememişler. Belki de komik duruma düşmüşler! Komik diyorum. Çünkü tanıdığım pek çok görme engelli bunu duyunca, bunlar ne saçmalamış diye düşünmüştür… Gerçekten ne düşündüklerini çok merak ettim. Görme engelli biri bu sözleri duyduğunda ne der? Etkilenip üzülmüş müdür? Yani hayattan rengi alınca bir şey kalmıyormuş! Vah vah! Biz bir hiçlik içinde yaşıyormuşuz! Demişler midir? Sanmıyorum. Ama sonuç ne olursa olsun. Bir reklam filmi hazırlanıyor ve görme engelliler açısından bakılamıyor!


Bu sloganı yazarken görme engellileri düşünmemişler tamam… Bunu anladık. Bu reklam filmini hazırladıklarına göre, şimdi de hayatın onlar için renksiz olduğunu sanıyorlar herhalde! Görme engellilerin hayatı yokmuş ya da görme engelliler hayatta yokmuş gibi davranmak çok büyük yanlış! Renkler olmasa da görme engellilerin hayatları öyle renkli ki… Buna bizzat şahidim.

Yine slogana gelelim. “Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” Geriye ne kalır? Ses kalır, koku kalır, his kalır… Ve daha pek çok şey kalır… Yani vurgulanmak istenildiği gibi renkler olmadan hayat bir şey ifade etmiyor, geriye hiç bir şey kalmıyor demek doğru olmaz. Unutmayalım hayatı ve renkleri görmeden yaşayanlar var. Görmediği halde kitap yazan, beste yapan, hatta hatta resim yapan kişilerin olduğunu hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum?

Son olarak şunu yazmadan da edemeyeceğim. Bahsettiğim reklam filmi; bol ışıklı, ışıltılı ve çok renkli falan ama sonunda bana hoş gelen, beni etkileyen melodisi oldu. Demek ki neymiş! Rengin önüne geçen şeyler varmış… Hayatta bazen renkler olmadan da oluyormuş!


ALİYE YÜCEL

1 Nisan 2012 Pazar

LIONEL MESSI SAKATLANDI!


“Leo Messi engelli olsaydı…” adıyla gösterilen spot filmde dünyanın en iyi futbolcusu olarak kabul edilen Messi’yi protez bacaklarla top sektirirken görünce çok şaşırdım! Lionel Messi’nin karşısında da, araştırınca adının Soufian olduğunu öğrendiğim dünya tatlısı bir çocuk vardı. Messi, FC Barcelona Kulübü’nün engellilere destek için düzenlediği kampanya için 11 yaşındaki bedensel engelli Soufian ile kamera karşısına geçmişti.
Faslı bir çocuk olan Soufian Bouyinza, Laurin-Sandrow denilen ve son derece nadir görülen genetik bir hastalık nedeniyle her iki bacağını da kaybetmiş… 8 yaşından bu yana protez bacaklarla yürüyor. Soufian mutlu, yaşama sevinci dolu ve sürekli gülümseyen bir çocuk… Bacaklarının olmaması onun büyük bir futbol tutkunu olmasını engellememiş! Bir Messi hayranı olan Soufian’ın en büyük hayali, kahramanı olan Messi ile tanışmakmış ve bu rüyası gerçek olmuş... Soufian ve Messi ile bir araya gelince duygusal ve unutulmaz anlar yaşanmış… Ayrıca Messi, Barcelona-Osasuna maçında attığı bir golü de Soufian’a armağan etmiş…
Şimdi gelelim engellilere destek için yapılan 40 saniyelik spot filme… Arjantinli golcü Messi ve Soufian, Barcelona takımının formalarıyla sahadalar… Ekranı ikiye bölen bandın altında Messi protez bacaklarla (!) Soufian ise normal bacaklarla top sektiriyorlar! Hayatını bacaklarıyla kazanan bu kadar ünlü bir futbolcuyu protez bacaklarla görmek insanı çok etkiliyor! Soufian ise hayranı olduğu Messi ile karşılıklı olarak top sektirirken öyle heyecanlı ve öyle mutlu ki… Görülmeye değer!

Hayat hikayesine baktığımızda, Messi’nin çocukluğu da tıbbi zorluklar içinde geçmiş! 11 yaşında iken Büyüme Hormonu Eksikliği teşhisi konulmuş… Çok masraf gerektiren bu hastalığının tedavisini ailesinin karşılaması çok zor olduğu için Barcelona Kulübü tarafından karşılanmış ve Messi o dönem kulübün genç takımında oynamaya başlamış… Barcelona Kulübü, Messi’ye güvenip bu desteği vermiş ve çokta iyi de yapmış… Şimdi bakıyoruz ki her iki tarafta kazançlı çıkmış!
Engellilere destek için Soufian’la kamera karşısına geçen Messi, 2007 yılında fakir çocukların eğitim ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamak için Leo Messi Vakfı’nı kurmuş… Messi, çocuklarla ilgili kampanyalara büyük destek oluyor. İnsan bu duyarlılığı karşısında duygulanmadan edemiyor. Belki de çocuklara ve engellilere karşı duyarlılığı kendi çocukluğunda yaşadığı sıkıntılar ve verdiği mücadeleden kaynaklanıyor.
Barcelona Kulübü Vakfı sportif başarılarının yanında sosyal sorumluluk projeleriyle de tanınıyor. Yıllardır forma reklamı almamasıyla meşhur Barcelona bunu “hayır işi” için bozmuş ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNICEF’in logosunu formalarına almış... Hala da formalarının arkasında UNICEF logosu var. Kulüp bedensel engelliler için yaptığı destek kampanyasında Leo Messi’den başka Viktor Sada, Victor Tomas ve Marc Torra ile de çalışmalar yapmış…
Bizde de; Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi büyük Türk kulüpleri ünlü futbolcularıyla engelliler için bir kampanya düzenleseler ne kadar anlamlı olur. Böyle bir sosyal sorumluluk projesi ne büyük bir ses getirir. Böylece futbolcu ve yöneticilerin bulundukları konumu şöhret, kariyer ve kazanç kapısı olarak görmedikleri de anlaşılmış olur!

www.somelquefem.cat

ALİYE YÜCEL