> Engeloji

Translate

15 Mart 2015 Pazar

BASTON YAPAN PADİŞAH


Yürürken dayanmaya yarayan bir araç olan baston; ağaç, metal gibi çeşitli maddelerden yapılır. Baston, tarih boyunca dini, siyasi ve idari alanlarda güç simgesi olmuştur. Çok çeşitli şekilde kullanılmıştır. Ancak esas görevi ve en önemli işlevi çeşitli sebeplerden dolayı yürümede zorluk çekenler ve dengesiz yürüyüşler için yürüme desteğidir.

Baston, Fransızca “Sağlamlaşmış Mevki” anlamına gelen “Bastion” kelimesinden gelmiştir. Önceden aksesuar olarak çok yaygın olarak kullanılan baston; engelliler, yaşlılar ve kırık, burkulma gibi sebeplerle geçici olarak engelli olanlar için çok gerekli bir araçtır. Aksesuar olarak ise daha çok erkekler tarafından kullanılmıştır. Kadınlar ise ancak gerektiği zamanlarda kullanmışlardır.

Asıl anlatmak istediğim konuya gelince... Biliyoruz ki her Osmanlı padişahının farklı farklı hobileri varmış. Padişah Sultan 2. Abdülhamit Han da marangozluğa meraklıymış ve usta bir marangozmuş. Yıldız Sarayı’nda bir marangoz atölyesi varmış. Devlet işlerinden yorulduğunda dinlenmek için bu atölyeye gelir, iş tulumunu giyer ve atölyesinde saatlerce çalışırmış. Çeşitli ahşap eşyalar yaparmış. Bu yaptıklarının her biri de sanat eseri sayılacak nitelikteymiş…

1897 Osmanlı – Yunan Savaşı zaferle sonuçlanmış. Sultan 2. Abdülhamit büyük sevinç içindeymiş. Savaşta yaralanan gazilerin hepsini İstanbul’a getirtmiş. Bu gaziler Gümüşsuyu Hastanesi ve yeni yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesi’ne yatırılmış. Padişah, yaralıların durumlarını öğrenmek için her gün bu hastanelere görevliler gönderiyormuş. Görevliler her gazinin durumunu padişaha bildiriyormuş...


2. Abdülhamit, bir gün bir şeylerle uğraşıp, dinlenmek için marangoz atölyesine gitmiş. Kapıda onu marangoz Mehmet Usta karşılamış. Sultan 2. Abdülhamit ustaya:
“Hadi bakalım Mehmet Usta! 150 tane baston ağacı kes…” demiş.
Mehmet Usta şaşırmış ve bunun üzerine sormuş:
“Ferman padişahımızındır. Lakin merakımı mazur görün efendim, bu kadar baston ağacı ne olacak?”
Padişah ustanın bu sorusu üzerine:
“Mehmet Usta, araştırdım. Gazilerimizin 150 kadarının bacaklarından yaralı olduğunu öğrendim. Bunlar iyi olsalar da yürümek için bir asaya (baston) muhtaç kalacaklar. Hepsine birer baston yapacağım ve hastaneden çıkıp memleketlerine gidecekleri zaman kendilerine hediye edeceğim…”
Mehmet Usta, 2. Abdülhamit’in bu ulvi düşüncesine ve insan sevgisine hayran kalarak hemen işe koyulur ve kısa zamanda bastonları yaparlar. Bitirilen bastonlar gazilere ulaştırılır.

Bu hikayeyi okuduğumda Sultan 2. Abdülhamit’in bu duyarlılığından çok etkilenmiştim. O konumda gazileri düşünmesi ve bastonları bizzat kendinin yapması insanı düşündürüyor. Baston, kol değneği gibi nesnelerin engelli biri için önemini anlatmaya gerek var mı bilmiyorum? Yürüme engelli biri için baston çok değerlidir. Buna muhtaç olmayan kişiler tam olarak anlayamasa da, biraz empati yapmak yeterli olur. Bir de gazileri düşünelim; en çok ihtiyaç duydukları bu nesne bir de padişahları tarafından yapılıp, hediye edilirse değerine paha biçilebilir mi?

Kaynak: Türkiye Gazetesi - Vehbi Tülek (24.3.2004)

ALİYE YÜCEL

8 Mart 2015 Pazar

EUROVİSİON ADAYI ENGELLİ GRUP


Eurovision Şarkı Yarışması, çok ilgi çeken ve adından çok söz ettiren bir etkinlik… Her yıl katılanlar arasında dikkat çekici adaylar oluyor. Bu yıl yapılacak yarışmada da en dikkat çekici adaylardan biri Finlandiya’nın göndereceği aday olacak. Kısa adı PKN olan Pertti Kurikan Nimipaivat adlı punk grubunun üyeleri engelli. Dört kişilik grup, down sendromlu ve otizmli sanatçılardan oluşuyor.

PKN yarışmaya Fince bir parça ile katılıyor. Aina Mun Pitaa (Ne zaman Zorunda Kalsam) isimli şarkı; günlük hayattaki sağlık, beslenme ve temizlik gibi zorunlulukların sıkıcılığından bahsediyor. Parçanın süresi oldukça kısa. 1 dakika 25 saniye (01:25) ve bu nedenle Eurovision Şarkı Yarışması tarihinin şimdiye kadar katılan en kısa şarkısı.

Altı yıldır birlikte müzik yapan PKN, 2009 yılında bir yardım kuruluşunun atölye çalışması sırasında kurulmuş. Grup, 2012 yapımı The Punk Syndrome (Punk Sendromu) isimli belgesele konu olmuş. Öğrenme güçlüğü yaşayanlara yönelik farkındalığı arttırmayı amaçlayan PKN dünyanın da gündeminde. Engelleri aşmanın en güzel örneğini veren grubu, bahis şirketleri de güçlü bir aday olarak görüyor.


Grup; Sami Helle (Bas), Kari Aalto (Solist), Pertii Kurikka (Gitar) ve Toni Valitalo’dan (Vurmalı) oluşuyor. Pertti Kurikan Nimipaivat, Eurovision Şarkı Yarışması’na down sendromu ve otizme geniş çapta dikkat çekmek için katılıyor. Böylece, down sendromu ve otizm konusunda bir farkındalık oluşturmak ve toplumu bilinçlendiren projelere daha çok destek olunmasını sağlamak istiyorlar. 
   
Grubun solisti Kari Aalto, “Engelliler daha cesur olmalı” diyor. Grubun basçısı Sami Helle; yaptıkları sahne çalışmalarıyla, toplumda down sendromlu ve otizmli kişilere bakışı değiştirdiklerini, söylüyor. Helle “Biz diğerlerinden çok da farklı insanlar değiliz, sadece zihinsel engelleri olan kişileri olan normal kişileriz” diyor. En önemlisi de, yarışmada kendilerine acıdıkları için oy verilmesini asla istemiyorlar.

Eurovision bu yıl 19-21 tarihleri arasında Avusturya’nın başkenti Viana’da yapılacak. Ülkemiz daha önce katıldığı halde son iki yıldır oylama ve kura sistemini uygun görmediği katılmıyordu. Bu yıl da katılmıyoruz. Finlandiya, Eurovision’u bir kez kazanmış… PKN kazanır mı? Ne kadar oy alır bilinmez. Ancak isimlerini duyurdukları ve farkındalık sağladıkları ortada… Öyle ya hiçbir ülkenin adayı bilmezken Finlandiya’nın yarışmacılarını tanımış olduk. Bu arada unutmayalım, Finlandiya da bu gruba destek verdiği için ayrı bir takdiri hak ediyor.

ALİYE YÜCEL

1 Mart 2015 Pazar

GERİ NEYİ KALIR Kİ?


Tarkan’ın Filli Boya reklam filmini izlemeyen ve beğenmeyen kaldı mı bilmem? Filli Boya, bu reklamın farklı versiyonlarını 2012 ve 2013 yıllarında da yapmıştı. Ünlü besteci ve piyanist Fahir Atakoğlu piyanonun başındaydı. Kendisine eşlik eden ünlülere bu sloganı söyletiyordu. Şimdi yine Fahir Atakoğlu piyanonun başında ve bu kez Tarkan söylüyor. Çok da güzel söylüyor. İki farklı versiyonu yapılmış.  Alaturka ve pop… Her ikisi de birbirinden güzel… “Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?”

Daha önceki versiyonlarında da melodi çok hoş gelmişti. Ama sloganı beni rahatsız etmişti ve yazma gereği duymuştum. Sonra reklam filmi bir süre sonra yayınlanmayınca, tepki aldı bu nedeniyle diye düşünmüştüm. Ama demek ki öyle değilmiş… Belki tekrar bir yazı gibi olacak ama madem onlar tekrar etti. Üstelik çok daha etkili bir biçimde… Ben de tekrar yazacağım.

Şimdi slogana dikkat edelim! “Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” Gerçekten; renk giderse hayattan geriye bir şey kalmaz mı? Hayat sadece renk midir? Hayatı böyle görmek anlamsız… Görme engelliler için renk kavramı olmadığına göre; onlar için geriye hiç bir şey kalmıyor, diye mi düşüneceğiz? Biraz empati yapmak gerekiyor. Görme engelli biri olsanız, bu sloganı duyunca ne hissederdiniz? İşte bu açıdan bakınca oldukça talihsiz bir slogan…


Renk, bir boya reklamı için en önemli unsur. Bunu vurgulamak istediklerini anlıyoruz. Boya için renk, tamam. Ama hayat için bu asla söylenemez. Bunu vurgularken bir kesimi, görme engellileri hiç düşünmemişler. Eminim ki pek çok görme engelli bunu duyunca, komik bulmuş ve saçma olduğunu düşünmüştür. Hiç birinin bu sloganı duyduğunda “Eyvah! Renk olmayınca geriye bir şey kalmıyormuş! Şimdi ne yapacağım?” dediğini sanmıyorum. Ancak sonuç ne olursa olsun. Bir reklam filmi hazırlanıyor ve görme engelliler hiç dikkate alınmıyor.

Görme engelliler hayatta yokmuş gibi ya da görme engellilerin hayatı yokmuş gibi davranmak büyük bir yanılgı. “Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” dediklerine ve böyle bir reklam filmi hazırladıklarına göre, görme engellilerin hayatının renksiz olduğunu da düşünüyorlar demek ki... Oysaki hayatı ve renkleri görmeden yaşayanlar var. Renkler olmasa bile görme engellilerin hayatları öyle renkli ki… Renk olmasa da hayat var ve hayat onlar için devam ediyor. Onlar; görmediği halde kitap yazıyor, beste yapıyor, hatta hatta resim yapıyor.

“Hayattan rengi alın… Geri neyi kalır ki?” Ne mi kalır? Ses kalır, koku kalır, his kalır… Daha pek çok şey kalır. Yani vurgulanmak istenildiği gibi renkler olmadan hayat bir şey ifade etmez, geriye hiç bir şey kalmaz demek doğru değil. Bahsettiğim reklam filmi de; bol ışıklı, ışıltılı ve çok renkli falan ama sonunda pek çok kişiyi de, beni de etkileyen melodisi ve Tarkan’ın sesi oldu. Demek ki hayatta rengin önüne geçen şeyler var… Ve hayat, renkler olmadan da sürüyor!

Bu konudaki bir diğer yazım:
Hayattan Rengi Alın
http://aliyeyucel.blogspot.com.tr/2012/04/hayattan-rengi-alin.html

ALİYE YÜCEL


22 Şubat 2015 Pazar

MANKENLİK VE ENGELLİLİK


Mankenlik ve engellilik yan yana gelmesi mümkün olmayan kavramlar… Ancak zaman zaman engelli mankenleri de podyumlarda görüyoruz. Bu yıl New York Moda Haftası’nda (New York Fashion Week) engelli mankenler podyuma çıktı. Tekerlekli sandalyeli, down sendromlu, protez bacaklı, ampute kollu mankenler… Moda dünyasının kalbinin attığı bu organizasyonda engelli mankenlerin podyumda yer alması farkındalık açısından oldukça etkili…

New York Moda Haftası, dünyaca ilgi gören bir organizasyon… Hep ilginç, farklı ve ses getiren gösteriler yer alıyor. Bu yıl da ilklerin gösterilerine yer verildi. İlk defa down sendromlu oyuncu Jamie Brewer model olarak yer aldı. Onun podyumda olması güzel tepkiler alınca, modacılar engelli modellerin yer aldığı özel bir defile düzenlendi. Bu defilede ise protez bacaklı Jack Evers dünyanın ilk erkek modeli olarak podyuma çıktı.

Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen engelli modeller ünlü tasarımcı Antonio Urzi’nin gösterisinde yer aldılar. Lady Gaga ve Beyonce gibi ünlüleri giydiren Urzi, bu yılki defilesinde engelli mankenlere yer verdi. Defilenin organizatörü Ilaria Niccolini “Bu benim moda kariyerimde en önemli andır” dedi. Herkesten övgü alan gösteri, omurilik yaralanmalarıyla ilgili çalışmalar yapan İtalya’daki bir vakıf ile ortak bir çalışma sonucu gerçekleştirildi.


İlk down sendromlu manken Jamie Brewer,  “American Horror Story” dizisinde “Nan” karakterini canlandırıyor. Brewer, “Podyum Modeli Değil Rol Modeli” isimli bir projeye destek vermek için podyumda yürüdü. Zihinsel engellilerin hakları için de çalışmalar yapan Brewer: “Genç kızlar ve kadınlar beni görünce ‘O yapabiliyorsa ben de yaparım’ diyorlar. Herhangi bir kadın için rol model olmaktan gurur duyuyorum, benim için çok önemli bir şey. Onları, kendileri gibi davranabilmek için cesaretlendirdiğimi ve gerçek benliklerini gösterebilmelerini sağladığımı düşünüyorum” diyor.

New York Moda Haftası’ndaki gösteride, 16 yaşında bir bacağını kaybeden Jack Evers da yer aldı. Evers, böylece dünyanın protez bacaklı ilk erkek modeli unvanını aldı. Podyuma çıkmadan önce bu projede yer alarak tüm engellilerin başarısını ve azmini sergilemek istediğini söyleyen Jack Evers, gösterisinde izleyicilerden ilgi gördü ve büyük alkış aldı. Defileden sonra ise “Bu gerçekten inanılmaz gerçekdışı bir deneyim. Podyumda protez bacakla yürümek mükemmel… Geçirdiğim kazanın engel olmadığını kanıtladım. Kendimi özel hissediyorum.” dedi.

Tüm dünya, New York Moda Haftası’ndaki gösteride mankenlerin bilinenin aksine kusursuz bedenlere sahip olmadığını görmüş oldu. Podyumlarda gördüğümüz kusursuz mankenler yerine; engelli mankenler olunca farklı bir algı oluşuyor. Engellilerin bu hayatın gerçeği olduğu anlaşılıyor. Onları orada görmek zihnimizdeki engelleri de yok ediyor. Engellilerde herkes gibi, farklılıklarıyla bu hayattalar… Onlarda bizden biri ve onları görmemezlikten gelemeyiz.

ALİYE YÜCEL

15 Şubat 2015 Pazar

BÜTÜN ELLER DUYSUN


Samsung’un işitme engelliler için görüntülü çağrı merkezi hizmetini anlattığı yeni reklam filminden etkilenmemek mümkün değil. “Duyan Eller” projesinin tanıtımı için işitme engelli bir gence çok çarpıcı bir sürpriz hazırlanmış… İzleyince insanı öyle bir yakalıyor ki… “Ne güzel bir çalışmaya imza atmışlar” dedirtiyor. Düşünenin, yapanın; ellerine, yüreğine sağlık… Eminim, bu reklam filmden etkilenen sadece ben değilim.

İşitme engelliler çağrı merkezinden yararlanamıyor. İşte bu nedenle Samsung, internet sitesinden işaret dili bilen çağrı merkezi çalışanlarıyla görüntülü servis hizmeti verecek… Çağrı merkezlerinde artık işaret dili bilen müşteri temsilcileri olacak ve işitme engelli müşterilerle onlar iletişim kuracak. Satış sonrası verilecek bu hizmet çok önemli ve gerekli… Firma da bunu Leo Burnett İstanbul ile çok güzel bir şekilde, çok güzel bir filmle tanıttı.

Samsung Türkiye, işitme engelli Muharrem’e öyle bir sürpriz hazırlıyor ki… Kamera şakası tadında… Önce Muharrem’i İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği aracılığıyla buluyorlar. Bir ay süren büyük bir organizasyon, gizli kameralar, işaret dili eğitimleri… Muharrem’in ablası da buna dahil oluyor. Herkes olayı biliyor. Bir tek Muharrem bilmiyor. Bir sabah ablasıyla Bağcılar’daki evinden çıkıyor. Muharrem yolda kime rastladıysa işaret dili biliyor. Onun için inanılmaz bir durum, rüya gibi bir dünya... Sonunda çok duygulu anlar yaşıyor ve gözyaşlarını tutamıyor. Tabii biz de…


Muharrem; çevresinde kendisiyle konuşan ve iletişim kuran kişilerle karşılaşınca yalnız olmadığını görüyor. Engelsiz bir gün yaşıyor. Olanlar karşısında çok duygulanıyor. Engelle yaşayan birinin kısa süre bile olsa engelini kaldırabilmek ve meydana gelen etkiyi görmek çok güzel… Aslında engelli, engelsiz fark etmiyor. Birine yardım etmek güzel… İnsanlarla doğru iletişimin onları ne kadar mutlu ettiği de bilinen bir gerçek… Ama unutuyoruz. 

“Yılın en duygusal sürprizi” adıyla yayınlanan ve süresi 3 dakika bile olmayan bu özel film önemli bir farkındalık sağlıyor. İnsani olan her şey gibi yüreğimizden yakalıyor. İşitme engelli birinin gün boyunca neler yaşayabileceğini bu kısa sürede çok iyi anlıyoruz. Hatta insana “İşaret dili öğrenmeliyim. Belki bir gün bir yerde Muharrem’e veya onun gibi işitme engelli birine rastlayabilirim” bile dedirtiyor.

“Duyan Eller” projesi sosyal sorumluluk açısından da önemli bir hizmet… Belki "Duygu sömürüsü var" diyenler olacaktır. Ama hedef kitlesine ulaşıyor mu? Ulaşıyor. Üstelik diğer kişilerinde dikkatini çekiyor mu? Çekiyor. Maalesef, bazen ancak böyle şeyler karşısında empati yapabiliyor ve harekete geçebiliyoruz. Bu nedenle engelleri aşmak için yapılan bu hizmet ve tanıtım alkışları hak ediyor. Muharrem’in her gününün, o günkü gibi olmasını diliyor. Bu projeye emeği geçen herkesi kutluyorum. 

ALİYE YÜCEL

8 Şubat 2015 Pazar

DAMLA İLE DERİN


Bu hafta size uzun zamandan beri yazmak istediğim bir konudan, Küçük Kırmızı Pabuçlar'dan bahsetmek istiyorum. Küçük Kırmızı Pabuçlar ne mi? Bir blogun ismi... Blogu Aytül Köktuna yazıyor. “Küçük Kırmızı Pabuçlar” ne güzel bir isim değil mi? Sanki bir masal adı gibi... Bir varmış, bir yokmuş diye başlamasam da anlatacaklarımda bir masal gibi zaten... İnanıyorum ki sonunda da onlar muradına erecek, bizler de kerevetine çıkacağız!

Aytül Köktuna, blogger arkadaşım... Onu blogum sayesinde tanıdım. Birbirimizin blogunu takip ediyoruz. Yüz yüze görüşmesek de, yıllardır tanıyor gibiyim. Aytül Köktuna, Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon, Sinema bölümü mezunu… Uzun yıllar televizyonda çalışmış, evlenince de reklam sektörüne geçmiş. Aytül’ün minik ikiz kızları var. Damla ve Derin. Öyle güzel, öyle sevimli, öyle tatlılar ki… Küçük Kırmızı Pabuçlar'da minik kızlarını ve yaşadıklarını anlatıyor.

Damla ve Derin, birer kas hastası. İkizler; kısa adı CMD olan, Merozin Negatif Konjenital Musküler Distrofi hastalığı taşıyorlar. CMD genetik bir kas hastalığı. Merozin proteini kas, sinir ve dokusunda bulunuyor. 6. kromozomlardaki bir gen tarafından üretiliyor. Bu protein üretilmeyince eklem sertlikleri meydana geliyor Özellikle de bilek, diz ve kalçada… Kaslar güçsüzleşiyor. Kullanılmayan kaslar kısalıyor. Eklemler sertleşiyor. Eğer fizyoterapi ile korunmazlarsa vücut deformasyona uğruyor.

Aytül; minik bebeklerinin bu hastalığı taşıdığını, kesin tedavisi olmadığını öğrenince, yapılması gereken ne varsa öğrenip yapmaya koyulmuş… Diyeceksiniz ki her anne baba bunu yapar. Ama bu o çok farklı… Bu konudaki çabası takdir edilecek düzeyde… Ne demek istediğimi blogundaki her satırı okuduğunuzda anlayacaksınız. Bu hastalıkta ailesinin çabası da kayda değer… Aytül’e eşi, annesi, babası, kayınvalidesi, kayınpederi, ağabeyi, ablası yardımcı oluyor. Biliriz ki böyle zamanlarda destek çok önemli… Blogunda kendisinin, ailesinin her çabasını ve kızlarının her gelişmesini paylaşıyor. Bu durumu yaşayanlar için de çok değerli bir paylaşım oluyor.


İkizler şimdi beş yaşında, henüz yürüyemiyor. Ama ben yürüyeceklerine gönülden inanıyorum. Damla ve Derin’i gerçekten merak ediyorum. Bu nedenle Küçük Kırmızı Pabuçlar'da yazılan her paylaşımı merak ve heyecanla okumaya çalışıyorum. Bazısı çok tanıdık geliyor. İşte bir örnek: Aytül, bir gün mağazada bir annenin 3-4 yaşındaki kızına ayakkabı aldığını görüyor. Ağlayarak mağazadan çıkıp eşine “Biz… Kızlarımıza hiç ayakkabı alamayacağız…” diyor. Onun o an ki ruh halini öyle iyi anladım ki… Okurken o sahnede Aytül’ün yerinde annem vardı! O da bu anları çok yaşadı. Bunu kız kardeşim ile yeğenime en güzel ve en pahalı ayakkabıları almasından biliyorum.

Yazdıklarımla Aytül’ü asla incitmek istemem. Ancak eminim ki pek çok kişi bu hastalığı duyunca “Aaa iki çocuk birden, ne kötü bir durum…” diye düşünmüştür. Bunu açıkça söylemese bile belli etmiştir. Evet, aile için bakımı ve uğraşması daha zor olabilir. Ancak ben bu konuda çok farklı düşünüyorum. Damla ve Derin açısından bakıyorum. Kendi gibi aynı durumda olan, aynı şeyleri yaşayan birinin daima yanında olması bence en büyük destek… Öyle ya empati yapmaya gerek bile kalmıyor! Her yönden birbirlerine verecekleri desteği kim onlara verebilir ki?

Aytül, bu hastalığı kızlarıyla beraber yenmeye çalışıyor. Kızlarını getirebileceği en yüksek seviyeye taşımak için çabalıyor. Bu onun misyonu… O, hayatta öğrenecekleri pek çok şeyi bu kısa sürede kızları sayesinde öğrendiklerini belirtiyor. Mutluluğu, hayata olumlu bakmayı, her koşulda gülümsemenin değerini… Kızlarını güçlü yetiştirmeye çalışıyor. Engelli ancak ruhen güçlü… Kızlarına da “Engeller bedende değil yüreklerde… Düşüncelerimizde… Sevgili kızlarım sizinle birlikte aştık bu duvarları…” diye sesleniyor. Damla ve Derin’den bir isteği daha var. Küçük Kırmızı Pabuçlar'ı bir gün onlara devredip, onların kaleminden okumak…

Takip etmek isteyenler için:
http://kucukkirmizipabuclar.blogspot.com.tr/


ALİYE YÜCEL         

1 Şubat 2015 Pazar

DOSTLUĞA DAİR


Çok merak ettiğim “Sen, Sen Değilsin” filmini sonunda izledim. Bu film bana "Dostluk var!" dedirtti. Evet, dostluk var ve bu insanlar için çok önemli... Dost olmak için de; sosyal statü, ekonomik güç, kişilik yapısı gibi çeşitli özelliklerin aynı olması gerekmiyor. Gerçek dostlukta bütün bunların hiçbir önemi kalmıyor, bunu görüyoruz. Filmde, iki farklı kadının birbirleriyle iletişimi ve dostluğu öyle güzel aktarılmış ki… “Dost olmak demek, bu olsa gerek” dedirtiyor.

Sen, Sen Değilsin ( You’re Not You) filmi 2014 yapımı bir dram… Filmin yönetmeni George C. Wolfe. Başrollerini Hilary Swank, Emmy Rossum, Josh Duhamel ve Ali Larter paylaşıyor. Film, engelli bir kadın ve ona bakmak için gelen genç kız arasındaki dostluğu çok güzel bir biçimde anlatıyor. Sen, Sen Değilsin; Can Dostum (Intouchables-2011) filmine benziyor. Can Dostum’da da bir engelli ve onun bakıcısı vardı. Ancak aralarında bir fark var cinsiyetleri…

Filmin konusu şöyle: Kate, başarılı bir yazardır. Eşiyle çok mutlu bir hayatı varken, bir gün ALS teşhisi konur. Bu hastalık nedeniyle günlük aktivitelerini yerine getirmekte zorlandığı için bir yardımcıya ihtiyacı vardır. Yardımcı olarak bir gün üniversite öğrencisi Bec gelir. Bec, beceriksiz, kaba ve sorumsuz bir genç kızdır. Kate’in kocasıyla sorunları vardır. Bec’in de ilişkileri kötü gitmektedir. Bec, öz bakımını bile kendisi yapamayan Kate’e yardımcı olurken çok iyi birer dost olurlar…


Filmde; geçen yıl yapılan Ice Bucket Challenge (Bir Kova Buz) kampanyasıyla dikkati çeken ALS hastalığı çok etkileyici bir biçimde anlatılmış… ALS hastalığı; merkezi sinir sisteminde hücrelerin kaybı ile ortaya çıkıyor. Bu nedenle kaslarda güçsüzlük başlıyor. Kasların zayıflığı önce ellerde başlıyor. Sonra sıra bacaklara, ağza ve dile geliyor. Ve en sonunda tüm vücut etkileniyor. Filmde de bu süreç çok güzel aktarılmış…

Sen, Sen Değilsin; ALS hastalığına farkındalığı arttırmak için çok etkili bir film… Kate rolündeki Hilary Swank büyük bir performans sergiliyor. Bir ALS hastasını nasıl gözlemlediyse artık, insanı gerçekten bu hastalığa yakalandığına inandırıyor. Yaşadığı psikolojiyi öyle güzel aktarıyor ki etkilenmemek elde değil. Filmin insana kattıkları çok fazla… Bir engelliye yaşadığı, zorlandığı, çaresiz kaldığı anları anlatıyor. Engeli olmayanlara ise empati yapmalarını sağlıyor. Herkese de kaderin önüne geçilmeyeceğini bir kez daha idrak ettiriyor.

Filmin sloganı “Hayat, bizi nefessiz bıraktığı anların çokluğuyla ölçülür…” Sadece dostluğa değil; hayata, aile kavramına, aşka, sevgiye dair de çok çarpıcı ayrıntılar var. Duygu yüklü bu filmden kim ne kadar etkilenir bilemem. Ama bu film beni ağlattı. Gözyaşlarımı tutamadım. Filmi izlerken mutsuz iki kadının aralarındaki yakınlığı ve samimiyeti anlıyor ve görüyorsunuz. Ancak bir sahne geliyor ki dostluklarının ne kadar büyük olduğunu yüzünüze çarpıyor. İşte o zaman arkadaşlığın, dostluğun her şeyden önde olabileceğini anlıyorsunuz. Etkisi öyle büyük oluyor ki sizi yüreğinizden yakalıyor.

Not: Bu filmi bana da bir dostum tavsiye etmişti. Ona çok teşekkür ediyorum...


ALİYE YÜCEL