> Engeloji : Film

Translate

Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2014 Pazar

DÜŞMEDEN KOŞMAK


- Ne yapmak istiyorsun?
- Koşmak... Ama düşmeden!

Bir adam ile görme engelli küçük bir çocuk arasında geçen ve beni derinden etkileyen bu diyalog 2008 yılında gösterime giren "Hayattan Korkma" isimli filmde geçiyor. Film, aynı kasabada yaşayan üç yakın arkadaştan birinin çocuğunun görme engelli olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve bunun üzerine yapılan çabaları anlatıyor.

Filmin konusu şöyle: Mandıracılık yapan Talat, tavuk yetiştiren Bedrettin ve fırıncı Rıfkı çocukluktan beri çok samimi arkadaştır. Her üçü de Balıkesir'in Gömeç ilçesinde yaşamakta ve kendi ürettiklerini satarak, geçinip gitmektedir. Bir gün Talat'ın küçük oğlunun gözlerinde görme kaybı olduğu ortaya çıkar. Götürdükleri doktor Murat'ın ameliyat olması gerektiğini, olmadığı taktirde görme yeteneğini tamamen kaybedeceğini söyler. Ancak tedavi için çok para gereklidir. Bunun üzerine de üç arkadaş ve aileleri birlik olup, ameliyat için gerekli parayı bulma çabasına girişirler...

Filmin yönetmeni Berrin Dağçınar. Hayattan Korkma; televizyon dizileriyle tanınan Dağçınar'ın ilk sinema filmi, senaryo da kendisine ait. Filmin oyuncu kadrosu ise oldukça zengin. Zeki, Alasya, Haldun Boysan, Tarık Pabuççuoğlu, Hakan Boyav, Zeynep Eronat, Suzan Aksoy, Ceren Soylu, Mehtap Anıl, Sedef Avcı, Mert Fırat ve çocuk oyuncu Fırat Can Aydın. Ancak oyuncu kadrosu beklentinizi yükselmesin. Oyuncuların hepsi de birer masal kahramanı gibi, naif bir karakteri canlandırıyorlar.


Hayattan Korkma, sıcak ve içten bir aile dramı... Ana hikayenin yanı sıra pek çok sayıda yan hikaye var. Filmde; dostluk, arkadaşlık, aile, anne-çocuk, dayanışma, sevgi, aşk gibi pek çok sosyal ve insani değer eğlenceli bir dille anlatılmış... Eski Türk filmlerine benziyor. Onlardaki sıcaklık var. Zaman zaman ana hikaye ve filmin kahramanı küçük çocuk unutulsa da (!) hoşça vakit geçirtiyor.

Film, günümüzde anlamını kaybeden pek çok değeri ortaya koyarken; kah duygulandırıyor, kah hüzünlendiriyor, kah güldürüyor. Sıkıntılar ve sorunlar karşısında yılmayınca bir çözüm yoluna ulaşılabileceği gösterilmiş. Tabii ki bu arada; ümit ve dayanışma ile zorlukların aşılabileceğini, bu nedenle hayattan korkmamak gerektiğini de hatırlatıyor.

Tüm engellilerin bir şeyler yapmak istemesini, yapmak istediklerini yapabilmesini, bu imkanı ve bunun yolunu bulabilmesini çok önemsiyorum. Filmde pek çok etkileyici ve çarpıcı sahneler var. Ancak yazımın başında verdiğim replik; bence filmde geçen en anlamlı sahne... Sadece o sahne, o replik ve devamı için bile seyredilmeye değer. Sanırım bu yüzden afişte bile o sahne var. Babasının arkadaşı olan Bedrettin (Hakan Boyav); özel durumundan etkilenip küçük Murat'a ne yapmak istediğini soruyor. Sonra da çok  şaşırtıcı bir cevapla karşılaşıyor. Görme engelli küçük çocuğun istediği şey ise, ne kadar doğal ve ne kadar masumca: Düşmeden koşmak!


ALİYE YÜCEL

6 Nisan 2014 Pazar

BUKALEMUN OLMAK


2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü'ydü. Bu yazıyı okuyan kaç kişinin bir yakını otizmlidir (Otistik Değil, Otizmli!) ya da kaç kişi otizmli birini görmüş ve  tanımıştır bilemem... Pek çoğumuzun Yağmur Adam (Rain Man) gibi filmlerden tanıdığımız bir durum otizm... Filmde, Dustin Hoffman otizmli biri rolünü çok başarıyla canlandırmış; otizmin daha pek bilinmediği yıllarda otizme dikkat çekmişti. Otizm ve Asperger Sendromu kişilerde çok ilginç durumlar ortaya çıkarması sebebiyle pek çok filme konu olmuştur. İşte Bukalemun'da bu filmlerden biri... Mükemmel bir rol yeteneğine sahip, otizmli bir adamı anlatan kısa film...

Filmin konusu şöyle; Bir adam (Atıf Emir Benderlioğlu) sokaktaki ağacın dibinde kolları açık dikilirken bulunur. Dikkat çeken hali nedeniyle çevredekiler tarafından hastaneye götürülür. Orada hiç konuşmayınca, Psikiyatr Ebru'ya (Eda Akman) getirilir. Ebru, onun otizmli olduğunu düşünür. Kimsesiz olan adını bile söylemeyen bu adama Ozan adını verir. Ozan'ın hiç iletişim kuramamasına rağmen, çok büyük rol yeteneği vardır. Başarıyla pek çok kişiliğe dönüşür. Onun bu yeteneğini tesadüfen öğrenen Ebru ve stajyeri, Ozan'ı bir rol için oyuncu seçmelerine götürürler... Ancak Ozan bu rolü istemez. O çok basit bir rolün peşindedir...


Bukalemun, 2006 yılı yapımı psikolojik bir dram... Yönetmenliğini Alper Çağlar'ın yaptığı filmin başrollerinde; Atıf Emir Benderlioğlu, Eda Akman, Selçuk Çullu ve Çelik Bilge oynuyor. Filmin senaryosu oldukça sürükleyici... Oyunculuklar da çok etkileyici... Hiç konuşmayan Ozan'ın birden bir spor spikerine dönüşüp maç anlatma sahnesi, insanı hayrete düşürüyor. Atıf Emir Benderlioğlu'nun oyunculuğuna hayran kalmamak mümkün değil... Sadece bu sahneyi görmek için bile bu film izlenir.

Otizm iletişimi ve sosyal hayatı olumsuz etkileyen bir hastalık…  Ancak filmden de bir kez daha anlıyoruz ki otizm eksiklik değil, bir farklılık… Filmin adındaki gibi, her türlü kişiliğe mükemmel bir şekilde bürünmesi otizmlilerdeki dahiliği çok güzel bir biçimde ortaya koyuyor. Ozan; kimi zaman bir spor spikeri, kimi zaman Hamlet, kimi zaman da Moliere'in Cimri'si oluyor... Üstelik bunları çok ustaca yapıyor.

Bukalemun, ülkemizde yapılmış konusunu otizmden alan belki de en çarpıcı film... Hatta, pek çok benzeri yabancı filmden daha başarılı... Seyrederken; gerçek dünya ile aralarına aşılmaz bir duvar koyan otizmli kişilerin, farklı dünyasına kısa bir yolculuk yapıyorsunuz. Alper Çağlar, onların hayatına bir ışık tutmuş... Otizmli birini tanımak ve anlamak için sadece 19 dakikanızı ayırmamız yeterli...


ALİYE YÜCEL

8 Aralık 2013 Pazar

"SADECE SEN" Mİ? "ONLY YOU" MU?


Geçtiğimiz Ekim ayında Uğur Yücel’in yönettiği ve başrollerinde Beren Saat ve Uğur Yücel’in oynadığı Benim Dünyam filmi gösterime girdi. Filmde; Beren Saat, görme ve işitme engelli biri rolündeydi. Bu film Bollywood yapımı Black filminin uyarlamasıydı ve dünyaca ünlü Amerikalı pedagog Helen Keller’ın hayat hikayesini anlatıyordu. Beren Saat, Benim Dünyam filminde görme ve işitme engelli Helen Keller'ı canlandırıyordu.

Bizim senaristlerimiz özgün bir engelli hikayesi bulamıyorlar mı nedir? Engelli hikayesini anlatan bir uyarlama film daha beyazperdeye geliyor. Bu kez de Güney Kore yapımı "Only You" (2011) filminin uyarlaması olan "Sadece Sen" filmini izleyeceğiz. Bu filmde de görme engelli bir genç kız var. Bu kızı Belçim Bilgin Erdoğan oynuyor.

Film tam bir romantik dram... Yapımcılığını Boyut Film'in yaptığı filmin yönetmeni ise Hakan Yonat. Konusu kısaca şöyle: Hazal (Belçim Bilgin Erdoğan) görme engelli bir genç kızdır. Ali (İbrahim Çelikkol) ise geçmişi karanlık eski bir boksördür. Ali, karanlık geçmişi ile hesaplaşırken bir yandan da Hazal ile aşk yaşamaktadır.


Only You filmi izleyiciden büyük beğeni almış bir film... Hikayesi sadece romantik film sevenleri değil, dövüş sahneleriyle aksiyon meraklılarını da ilgilendiren türden... Sadece Sen filmi (filmin adı bile aynı...) Only You filminden uyarlandığına göre seyirciyi hem çok romantik ve hem de aksiyon dolu sahneler bekliyor.

Biliyoruz ki filmlerdeki engelliler genellikle acınacak, zavallı ve alay edilen kişiler oluyor. Engelli kimse; sağlam bir kimseye aşık olamıyor, olsa da onunla evlenemiyor. Oyuncu tekerlekli sandalyedeki veya gözleri görmeyen sevgilisini görünce ne yapacağını bilemiyor ve kaçıp gidiyor... Bu filmde de gözleri görmeyen bir sevgili var... Ancak bu filmde öyle olmuyor... Bunun için bile seyredilmeye değer...

Benim Dünyam, konusu itibariyle herkesin ilgisini çekecek olsa da engelli dünyasını anlatıyordu. Ancak işitme engelliler için altyazı, görme engelliler için sesli betimleme uygulaması yoktu. Umarım Sadece Sen filmi için bu hataya düşülmez... Engellilere de ulaşması sağlanır. Film vizyona girdiğinde işitme engelliler ve görme engelliler sinema salonuna gidip bir koltuğa oturup izleyebilirler...

Bu hafta fragmanı yayınlanan Sadece Sen filmi 2014 yılının Mart ayında gösterime girecek. Fragmanından duygusal, sürükleyici ve insanı içine alan bir film olduğunu anlıyoruz. Beren Saat, engelli birini başarıyla canlandırmış ve rolünün üstesinden gelmişti. Şimdi Belçim Bilgin Erdoğan'ın görme engelli biri olarak performansını merak etmemek elde değil... Filmin önceden yapılmış başarılı bir örneği olması da beklentiyi yükseltiyor. Şimdi de bakalım "Sadece Sen" mi? "Only You" mu?

ALİYE YÜCEL

3 Kasım 2013 Pazar

"BENİM DÜNYAM" AMA BEN İZLEYEMİYORUM!


Uğur Yücel’in yönettiği; başrollerini Uğur Yücel, Beren Saat ve Ayça Bingöl'ün paylaştığı Benim Dünyam filmi gösterime girdi. Girdi girmesine de filmle ilgili olumlu ve olumsuz pek çok eleştiri de başladı. Filmin bir uyarlama olması, başrol oyuncularının başarısı gibi... Ama bence en önemli eleştiri; işitme engelliler için altyazı ve görme engelliler için sesli betimleme uygulamasının olmamasıydı.

Benim Dünyam, Hint yapımı Black filminin uyarlaması... Black, Helen Keller’ın hayat hikayesini anlatan 2005 yapımı bir Bollywood filmi... Dünyaca ünlü Amerikalı pedagog Helen Keller hem görme, hem işitme ve hem de konuşma engelliydi. Örnek hayatı, mücadelesi ve başardıkları onu efsaneleştirdi. Benim Dünyam filminde Beren Saat, filmde görme ve işitme engelli Helen Keller'ı canlandırıyor...

İki yaşında bir hastalık sonucu görme, işitme ve engelli olan Ela (Beren Saat) insanlarla iletişim kurmak istiyor, kuramıyor. Bu onu sinirli ve saldırgan yapıyor. Bu yüzden ailesi kızlarını eğitmesi için bir öğretmen buluyor. Mahir Hoca (Uğur Yücel) Ela'nın  kontrolsüz davranışlarının insanlarla iletişim kurmasıyla düzeleceğine inanıyor ve hemen bu yönde çalışmaya başlıyor. Ela; okumayı, yazmayı, iletişim kurmayı, kısaca hayatı Mahir Hoca sayesinde öğreniyor…


Benim Dünyam, konusu itibariyle herkesin ilgisini çekecek olsa da engellilere, özellikle de görme ve işitme engellilere hitap edecek bir film... Ancak işitme engelliler için altyazı, görme engelliler için sesli betimleme uygulaması yok. Yapımcı firma sesli betimleme ve alt yazı olmamasının sebebini maliyet getirmesi ve zaman yetersizliği olarak ileri sürmüş... Bu kadar saçma iki bahane olabilir mi? Film engelli dünyasını anlatıyordu. Bu nedenle filme başlarken bunlar düşünülmeliydi. Üstelik alt yazı ve sesli betimleme uygulamaları, çok fazla maliyet yüklemez...

Engelli olmayanlara engellilerin dünyasını anlatması ve onların neler yapacağını göstermesi açısından çok başarılı bir film... Ama keşke görme ve işitme engellilere de ulaşabilseydi. Engellileri yüreklendirecek, umut kaynağı olacak ve özgüven sağlayacak bir filmi, bir takım bahanelerle onlardan uzak tutmak ne büyük bir yanlış... Nasıl bir duyarsızlık... Benim Dünyam ama ben izleyemiyorum!

Görme ve işitme engelliler, Benim Dünyam filmini daha sonra yapılacak betimleme ve altyazıyla izleyecekler. Ancak vizyona girdiğinde bir sinema salonuna gidip, koltuğa oturup izlemeliydiler. Bu imkansız bir şey değildi... Her film için sesli betimleme ve altyazı gerekli iken, görme ve işitme engelli birinin hayatını anlatan bir film bir yapar da engellileri nasıl düşünmezsiniz? Bir film yaparsınız da hedef kitlesine ulaşmasını nasıl istemezsiniz? İşte bunu anlamak çok zor...

ALİYE YÜCEL

İlgili Yazılar:

http://aliyeyucel.blogspot.com/2012/04/helen-kellerin-sessiz-ve-karanlik.html

http://aliyeyucel.blogspot.com/2013/06/black-mi-siyah-mi.html

15 Eylül 2013 Pazar

CENNETİN RENGİ'Nİ GÖRMEK



Biliyorum hiç belli olmayacak. Ancak yazarken en çok duygulandığım yazı bu olacak... 1999 yapımı "Cennetin Rengi" filminden bahsetmek istiyorum. Bu filmdeki duygular öyle gerçekçi ki... Bir film insanı bu kadar etkileyebilir. Yazarken bile filmin bazı sahnelerini düşündükçe içim parçalanıyor. Yönetmen, muhtemelen bu çarpıcı etkiyi yaratmak istemiş ve çok güzel başarmış...

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuk olan Muhammed'in hikayesini anlatıyor. Tahran'daki körler okulunda yatılı eğitim gören Muhammed, yaz tatili için ailesinin yanına gelir. Babaannesi ve iki kız kardeşi onu sabırsızlıkla beklerken; babası onu almaya bile geç gelmiştir. Annesi öldüğü için, babası yeniden evlenecektir. Ancak Muhammed kör olduğu için, onu bu evliliğe engel olarak görür ve ondan kurtulmayı ister....

Görme engelli bir çocuğun dünyası bu kadar güzel anlatılır. Muhammed'i canlandıran çocuk oyuncu Mohsen Ramezani de görme engelli... Yani rol yapmıyor, kendini oynuyor. Öyle güzel oynuyor ki... Bazı sahneleri gerçek hayatında da yaşadığını anlıyorsunuz.  Bunu bilmek sanki insanı çok daha derinden etkiliyor. Hani bir an, "Film icabı, rol icabı işte..." dersiniz ya... İşte burada diyemiyorsunuz!

Muhammed ve babaannesi Aziz'in sevgileri görülmeye değer... Her sahnesi akıllarda kalacak kadar etkili... Babaannesi ona okumasını öğütlerken "... Senin durumunda meslek sahibi olmuş pek çok insan var. Tek engel cehalettir..." diyor. Yaşlı, eğitim almamış, köylü bir kadının ferasetine hayran kalıp "İnsan olmak başka bir şey..." diyorsunuz.


Bir sahnede Muhammed, elinden tutan babaannesine "Senin ellerin bembeyaz Aziz..." diyor. Babaannesi "Ne beyazı, iş yapmaktan nasırlaşmış, kırışık kuru bir el işte..." diye cevaplıyor. Muhammed bunun üzerine "Sen çok iyi birisin. Senin ellerin bembeyaz..." diye karşılık veriyor. Anlıyoruz ki Muhammed'e göre iyiliğin ve iyilerin rengi beyaz!

Filmde öyle dokunaklı sahneleri var ki... Hele Muhammed'in ağladığı sahne insanın içini koparıyor. Yanında kaldığı marangoz ustasına "Kimse beni sevmiyormuş. Ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum. Beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah'ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde "Madem seviyor neden bizi kör etti? Neden kendisini görmemize izin vermedi? diye sormuştum. Öğretmen de Allah'ın görünmez olduğunu söylemişti. Ama O'nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O'na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah'ı arıyorum. Ellerimi uzatıp O'na ulaşmayı bekliyorum." dediği sahne için bile seyredilir.

Cennetin Rengi'nin sade, duygu yüklü, sürükleyici ve etkileyici bir anlatımı var. Yönetmen Mecid Mecidi çok başarılı... Senaryo da kendisine ait... Filmde oyunculuk, müzik, görsellik hepsi mükemmel... Yer yer belgesel tadında görüntüler var. Aldığı ödülleri fazlasıyla hak ediyor. İran sinemasını takdir etmemek mümkün değil... Onlar bu işi biliyorlar.

Cennetin Rengi'ni görmediyseniz mutlaka seyredin. Film, gören görmeyen herkese bir şeyler söylüyor. Bu filmi seyrederken bir kez daha anladım ki, engelliyi engeli değil; engeli nedeniyle istenmemek, işe yaramaz görülmek ve sevilmemek üzüyor... Muhammed engeli ile barışık, sevgi dolu bir çocuk. Onu üzen ve zorlayan engeli değil. İstenmemesi ve sevgiden mahrum kalışı...


ALİYE YÜCEL

18 Ağustos 2013 Pazar

YAĞMUR KADIN


Temple Grandin’in hayatını okumuş ve başardıklarından çok etkilenmiştim. Ancak hayatını anlatan televizyon filmini seyrettiğimde “mutlaka yazmalıyım” diye düşündüm. “Temple Grandin” filmi, 1947 doğumlu ve halen hayatta olan otistik dahi Temple Grandin’in hayatını anlatıyor. Bir otistiğin gerçek hayat hikayesini yine onun gözünden yansıtılan bir film…

Otizmi, pek çok kişi “Yağmur Adam” filminden tanıyor. Filmde, Dustin Hoffman otistik rolünü çok başarıyla canlandırmış; otizmin daha pek bilinmediği yıllarda otizme dikkat çekmişti. Temple Grandin’de otistik bir bilim insanı… Yani, Yağmur Kadın! Dünyaya başkalarının göremediği bir yolla bakıyor. Gördüğü her şeyi zihninde tutuyor, resimlerle düşünüyor. Filmde annesinin de dediği gibi, farklı ama eksik değil… Bu filmden de anlıyoruz ki otizm bir farklılık, eksiklik değil…

Filmin konusuna ya da Temple Grandin’in hayatına gelince: Temple, dört yaşına kadar hiç konuşamıyor, annesi onu psikoloğa götürdüğünde de otizm tanısı konuyor… Annesinin çabasıyla konuşuyor ve eğitim alıyor… Temple’ın ortaokul ve lise yılları çok kötü geçiyor... Asosyal ve iletişim problemleri olduğu için çok zorlanıyor. Öğrendiği şeyleri tekrar ettiği için “kayıt cihazı” diye alay ediliyor. 

Lise eğitimi almak için gittiği yatılı okul bitince, Arizona’daki teyzesinin çiftliğine gidiyor. Burada kesim hayvanlarına olan ilgisini fark ediyor. Onların ne düşündüğünü, hissettiğini anlamaya çalışıyor! Bu alanda bir eğitim almak istiyor. Eğitim alıyor, yüksek lisans yapıyor, bu konuda makaleler yazıyor. Çoğunlukla erkeklerin olduğu bu alanda önce reddedilse de, kendisini hayvancılık alanında kabul ettiriyor. İş teklifleri alıyor ve kariyerinde hızla yükseliyor.


Temple, kimseye dokunamıyor, sarılamıyor… Bu eksikliği gidermek için Hug Box (Sarılma Kutusu) adı verilen bir cihaz geliştiriyor. Bu cihaz otistik çocukları sakinleştirmek için kullanılıyor. Kesim hayvanlarının kesime giderken çektiği sıkıntı ve zorlukları görüp, hayvan kesimi için bir düzenek tasarlıyor. Her iki ilginç buluşunun yapılma aşaması detaylarıyla filmde anlatılıyor…

Kapılardan korkan “Bir kapı açıldı ve ben oradan geçtim…” diyen Grandin, müthiş çabasıyla çok önemli kapıları açıyor… Halen Amerikalı hayvan bilim uzmanı, Colorado Devlet Üniversitesi’nde profesör, yazar, otizm aktivisti ve hayvan davranışları alanında danışman… O, hayvan refahı ve otizm savunuculuk hareketleri ile felsefi bir lider kabul ediliyor.

Otizm iletişimi ve sosyal hayatı çok olumsuz etkileyen bir hastalık… Buna rağmen Temple Grandin’in hayattaki ve mesleğindeki başarısı takdir edilecek düzeyde… Temple Grandin’in kişiliğinin en önemli yanı, çocukluğundan bu yana otizmli olduğuna ve otizme dair pek çok şeyin farkında olması… Bu farkındalık ona güç, başarı ve kariyer sağlıyor. Durumuyla nasıl başa çıkacağını keşfedip, onu uyguluyor.

Filmde, Temple Grandin rolündeki Claire Danes’in ne kadar başarılı olduğunu yazmadan olmaz... Sadece onun oyunculuğu için bile seyredilebilir. Bu rol kendisine bir Emmy ve bir Altın Küre ödülü getirmiş… Bu ödülleri ne kadar hak ettiğini görüyorsunuz. Annesi, teyzesi ve öğretmeni rolündeki diğer oyuncular da çok başarılı…

Bazı engellerin olumsuz durumlar ortaya koyduğunu düşünürüz. Oysa Temple Grandin’in içinde bulunduğu durum, olağanüstü bir yetenek ortaya çıkarmış… Filmde bunu görüyor ve otizm ön yargısını kırıyoruz. Yüz yedi dakika ayırarak; hem otizmi öğreniyor, otizmli bir dahiyi tanıyor, hem de onun hayatından kendimize ait dersler çıkarıyoruz… Bu da az şey değil!

 ALİYE YÜCEL

30 Haziran 2013 Pazar

BLACK Mİ? SİYAH MI?


Ünlü ve güzel oyuncu Beren Saat, Uğur Yücel’in yöneteceği yeni filmine başlayacak haberleri medyada yayınlanmaya başladı. Film ile ilgili “Beren Saat, yeni filminde görme ve işitme engelli birini canlandıracak” cümlesi bende hemen iki çağrışım yaptı. Birincisi Helen Keller, ikicisi Hint filmi Black… Haklıydım, çünkü haberin devamında filmin Hint yapımı Black filminin uyarlaması olacağı yazıyordu. Black de Helen Keller’ın hayat hikayesini anlatan 2005 yapımı bir Bollywood filmiydi.

Dünyaca ünlü Amerikalı pedagog Helen Keller hem görme, hem işitme ve hem de konuşma engelli biriydi. Başardıkları, örnek hayatı ve mücadelesi onu efsaneleştirdi. Black, onun hikayesini anlatıyor ve ona teşekkürle başlıyor. Helen Keller’ın hayatıyla film arasındaki en önemli fark; hayatında ailesinden bile önemli rol oynayan öğretmendi. Helen Keller’ın öğretmeni Anne Sullivan’dı. Black, filminde ise öğretmen bir erkek…

Black filminin konusuna gelince: İki yaşında bir hastalık sonucu görme, işitme ve engelli olan Michelle Mcnally (Rani Mukherjee) insanlarla iletişim kurmak istiyor, kuramıyor. Bu onu sinirli ve saldırgan yapıyordu. Bu yüzden ailesi kızlarını eğitmesi için bir öğretmen buldu. Öğretmen Debraj Sahai (Amitabh Bachchan) Michelle’in kontrolsüz davranışlarının insanlarla iletişim kurmasıyla düzeleceğine inandı ve hemen bu yönde çalışmaya başladı. Michelle okumayı, yazmayı, iletişim kurmayı, kısaca hayatı Debraj Sahai sayesinde öğrendi…


Film boyunca Michelle ve Debraj arasında yaşananlar insanı derinden etkiliyor, şaşırtıyor, düşündürüyor. Michelle Mcnally rolündeki Rani Mukherjee, Debraj Sahai rolündeki Amitabh Bachchan çok başarılılar… Michelle’in küçüklüğünü canlandıran Ayesha Kapoor ise mükemmel rol yapıyor. Kendi küçük, oyunculuğu çok büyük… Bakışları, yürüyüşü, hareketleri öylesine gerçekçi ki… Ağzınız açık kalıyor. Öyle ki bizdeki çocuk oyuncunun kim olacağını çok merak ediyorum.

Black, alıştığımız bol danslı ve şarkılı Hint filmlerinden çok farklı… Yönetmen Sanjay Leela Bhansali çok başarılı bir iş çıkarmış… Her şey çok güzel anlatılmış… Her şey yerli yerinde… Hikaye, planlar, oyunculuk, sahneler, kurgu, diyaloglar, müzikler hepsi mükemmel… Black, pek çok Hollywood filminden daha başarılı bir Bollywood filmi… İzlenmezse bir şeyler eksik kalır…

Black, hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki... Ancak, film hakkında layık kelimeleri bulamayabilirim. Zevkle seyrettiğim ve hiçbir sahnesinde sıkılmadığım bir filmdi. İki saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Hani bir film seyredersiniz çok beğenirsiniz de arkadaş, eş, dost çevrenizde kim varsa seyretmesini tavsiye edersiniz ya, Black öyle bir film…

Şimdi Beren Saat, Michelle karakterini canlandıracak. Bu çok yerinde bir seçim… Tahmin ediyorum Beren Saat dizilerinde olduğu gibi bu filmle de gönülleri fethedecek… Black filminin her karesini beynine kazımış biri olarak Beren Saat ve Uğur Yücel’in filmini seyretmek için sabırsızlanıyorum. Ama beklentim oldukça yüksek… Çünkü yapılmışı var! Bakalım Black mı? Siyah mı?

 ALİYE YÜCEL

26 Mayıs 2013 Pazar

PİANO’YA BAKIŞ


Çok merak ettiğim, seyretmeyi ertelediğim, sonunda da seyrettiğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Piano’dan… Seyrettiğimde “Neden bu kadar geç kaldım” diye düşündüm. Sanırım herkesin böyle seyretmek isteyip, seyredemediği filmler vardır. Piano, 19. yüzyılda yaşayan Ada isimli konuşma engelli bir kadının hayatını anlatıyor.

Filmin özeti şöyle: Ada (Holly Hunter), o günün koşullarında bir evlilik anlaşmasıyla Yeni Zelanda’ya yeni kocasının yanına gider. Bu yolculukta yanında küçük kızı Flora (Anna Paquin) ve piyanosu da vardır. Kocası Steward (Sam Neill) ile başlayacağı yeni hayatı kötü başlar. Çünkü, Steward, Ada’nın piyanosunu onun haberi olmadan satar. Piyanoyu alan komşu George (Harvey Keitel) Ada’ya ona piyano dersi vermesi karşılığında, piyanoyu geri vereceğini söyler. İlişkileri böyle başlar, daha sonra farklı bir şekilde devam eder…

1993 yapımı romantik bir drama olan Piano, senaryosuyla eleştirilebilir ve sorgulanabilir. Ahlaki yönden, ırkçılık ve sömürgecilik açısından… Ama ben filme, tüm bunları bir kenara koyarak bir engelli hikayesi olarak baktım. Konuşma engelli güçlü bir kadın Ada’nın hikayesi olarak…

Ada, 6 yaşından beri konuşamayan, ancak kendini sessiz saymayan konuşma engelli bir kadın… Çünkü söyleyemediklerini piyanosuyla söylüyor. Piyanosu Ada’nın sesi oluyor. Tüm duygularını piyano ile ifade ediyor. Öyle güzel ve etkileyici çalıyor ki… Hayran kalmamak elde değil. Ada, işaret dilini çok iyi biliyor. Parmaklarıyla şakır şakır konuşuyor!  Çevresiyle anlaşmasında küçük kızı da yardımcı oluyor… Anne ve kızın ilişkisi çok çarpıcı…


Piano’da diyaloglar az… Başrol oyuncusu konuşma engelli olunca bu normal aslında… Müzikler ve görüntüler çok güzel… Film boyunca piyano dinliyorsunuz.  Bu ses ve eşsiz görüntülerler insanı fantastik bir dünyaya taşıyor. Yönetmenin ve oyuncuların başarılarından söz etmeye gerek var mı bilmiyorum. Piano, pek çok ödül alarak bunu zaten ispatlamış…

Filmde konuşma engelli biri için çok yardımcı olacak bir ayrıntıyı fark ettim. Ada, boynunda daima kolye olarak küçük bir defter ve kalem taşıyor. İşaret dilini bilmeyen birine rastlayınca; kızı da yanında yoksa, hemen bir sayfa yırtıyor ve söylemek istediğini hızlıca yazıp gösteriyor. Bu sahnelerde öyle seri ve usta ki, insan sanki sözle ifade etse bu kadar anlam taşımaz diye düşünüyor… Ada rolündeki Holly Hunter gerçek bir dilsiz gibi…

Filmde akıllarda yer eden pek çok sahne var. Sayfalarca yazılabilir. Herkes farklı şeyler görür ve alır... Belki hiç dikkat çekmeyecek, ama bana ilginç gelen bir diyaloğu yazmadan edemeyeceğim. Ada’nın yaşadığı yerdeki kadınlardan biri onun durumuna bakıp: “Dilsiz olmaktan daha kötü bir alın yazısı hayal edemiyorum!” diyor. Diğer kadın da: “Sağır olmak!” diye cevaplıyor… Böylece yıllardır engellilik insanlar arasında nasıl algılanıyor bir kez daha anlıyoruz. Alın yazısı olduğu kesin. Ama en kötü olduğu tartışılır…
  

ALİYE YÜCEL  

14 Nisan 2013 Pazar

ÇINGIRAKLI TOP'U İZLEDİNİZ Mİ?



Çıngıraklı Top, başrollerinde İlyas Salman, Zihni Göktay, Osman Tanburacı, Burak Önal, İpek Özkök gibi oyuncuların yer aldığı, yönetmenliğini ve senaristliğini Egemen Ertürk’ün yaptığı görme engellilerin futbol macerasını anlatan bir film… Dramatik bir komedi olan Çıngıraklı Top “Hayata körü körüne atılan bir çalım” sloganıyla da dikkat çekici…

Filmin konusu şöyle: Bakanlık, engelli derneği olan Boğaz Körler Derneği’nden Engelliler Olimpiyatları’na katılmalarını ister. Çeşitli spor dalları vardır. Ancak Boğaz Körler Derneği futbolu seçer… “Görme engelliler nasıl futbol oynayabilir?” diye düşünürler. Bunun da çaresi bulunur, çıngıraklı top hazırlanır. Türkiye’nin ilk görme engelli futbol takımı kurulur ve çalışmalar başlar… Başarılı bir futbolcu olan Kerem, sakatlık geçirmiş ve futbol kariyeri bitmiştir. Düştüğü içki, kumar batağı nedeniyle başı beladadır… Kerem ve Boğaz Körler Derneği’nin yolları kesişir. Kerem, derneğin futbol takımının antrenörü olur. Dernekteki herkes buna çok sevinir.

Dernek başkanı Ahi’nin yerine geçmek isteyen ve derneği de kebapçıya çevirmek isteyen Muzo, körlerin futbol oynayamayacağını söyler… Görme engellilerin hayat mücadelesini gören Kerem’in hayata bakışı değişir ve kendini toparlamaya başlar. Üniversitede asistanlık yapan Semra, arta kalan zamanını derneğe adamıştır. Semra ile Kerem arasında bir yakınlaşma başlar… Ve maç günü de gelip çatar…



2009 yılında gösterime giren Çıngıraklı Top; engellileri konu almasa üstünde konuşulmayacak bir film… Ele alınan konu ve verdiği sosyal mesajlar güzel… Ancak film çok vasat… Filmde; görme engellilerin hayata bağlılıkları, sevgi dolu ve neşeli halleri gösterilmeye çalışılmış… Böyle orijinal bir konunun, bir engelli hikayesinin bu kadar kötü çekilmesine üzülmemek elde değil… Kadrosu ünlü oyuncularla dolu olan film keşke daha seyredilebilir olsaydı…

Maddi imkansızlıklar olabileceğini düşünüyorum. Bir filmin ne zorluklarla çekildiğini biliyorum. Emeğe saygım da sonsuz… Ama maalesef olmamış… Dağınık konular, zorlama sahneler ve diyalogları kapatan bir müzik… Ayrıca, bazı sahneler gerçek dışı... Görme engelli birini tanımışlar mı? Görmüşler mi? Gözlemlemişler mi? Bir bilene danışmışlar mı? Cevap galiba hayır… Ancak yine de fazla bir beklenti taşımadan, sadece görme engellilerinde futbol oynayabildiklerini görmek için seyredebilir.

NOT:
Görme Engelliler Futbolu:
Filme adını veren çıngıraklı top ile oynanan futbolda sporcular görme derecelerine göre sınıflandırılırlar. Hiç görmeyenler ve kısmen görenler kendi aralarında mücadele ederler. Takımlar 4 oyuncu ve görebilen bir kaleciden oluşur. Futbol topunun içerisinde zil vardır. Top hareket ederken ses çıkarır. Böylece sporcular, bu sesi duyarak futbol oynarlar…


ALİYE YÜCEL

10 Şubat 2013 Pazar

İÇİMDE DANS EDİYORUM


Engelli filmleriyle ilgili en merak ettiğim şey bir engellinin engeliyle nasıl baş ettiği, engeline rağmen neyi başardığı ve bunun nasıl anlatıldığı olmuştur. “İçimdeki Dans" filminde dayanışmanın ve tüm engellere rağmen bağımlı olmadan yaşamayı başarmanın önemi anlatılmış… Film ülkemizde İçimdeki Dans, ismiyle gösterime girmiş, ancak “İçimde Dans Ediyorum” çok daha uygun… Dans etmesi mümkün olmayan birinin, hayalinde dans etmesi ancak böyle anlatılır. Ama seyredince anlıyoruz ki, kahramanlar içlerinde dans etmekten çok daha fazlasını yapıyorlar!

İçimdeki Dans, engelli iki arkadaş Michael (Steven Robertson) ile Rory’nin (James McAvoy) hikayesi… Michael, engelliler için özel olarak yapılan bir bakımevinde kalmaktadır. Bir gün kısa bir süre orada kalmak için Rory gelir. Asi ruhlu Rory ile Michael arasında bir dostluk başlar ve o günden sonra ayrılmazlar. Hatta bakımevinden ayrılıp beraberce bir eve çıkmanın yollarını arar ve bulurlar…
Michael ile Rory yollarına birlikte devam etseler de çok zıt karakterde iki gençtir.  Her ikisinin de farklı hayat deneyimleri vardır. Aslında tek ortak özellikleri engelli olmalarıdır. Michael, sakin, durumunu kabullenmiş ve uyumlu biridir. Rory ise deli dolu, kurallara uymayı sevmeyen ve özgür ruhludur. Olumsuz özellikleri olsa da; ağır engeline rağmen Rory’nin özgüvene imrenmemek elde değil…
Engellerine gelince; Michael beyin felci geçirmiştir. Tekerlerli sandalyede yaşamaktadır. Kol ve ellerini zor hareket ettirmektedir. Konuşması zor anlaşılmakta daha doğrusu anlaşılmamaktadır! Söylemek istediği kelimeyi ancak harfleri tek tek göstererek anlatabilmektedir. Hiç kimsenin anlayamadığı konuşmalarını Rory anlayabilmiş ve bir anlamda onun tercümanı olmuştur. Rory ise kas erimesi hastasıdır. Vücudunu hareket hiç ettirememektedir. O da tekerlekli sandalye de yaşamaktadır. Sadece başı ve bir elinin iki parmağı hareket edebilmektedir. Rahat konuşabilmektedir. Her ikisinin de zeka problemi yoktur.
Filmde engelliler dünyasından çarpıcı tespitler ve çok etkileyici sahneler var. Michael’in onu engelli olduğu için terk eden babasını buldukları sahne çok çarpıcı… Ev ararken emlakçının onları merdivenli bir eve götürmesiyle; engelli birinin durumunun nasıl dikkate alınmadığı ve neye gereksinimi olduğu bilinmediği çok güzel anlatılmış… Kendi başına yaşama izni ve ödeneği için başvuru sırasında yaşananlar, engellilere nasıl bakıldığını gösteriyor. Michael’in bakıcı kıza duyduğunun aşk mı, minnet mi olduğu tartışılır. Ama bu duygu yüklü sahnelerden etkilenmemek elde değil.
Engelli kişilerin dünyasını ve engellilik konusunu eğlenceli bir dille anlatan filmin oyuncuları da çok başarılı… Oyuncuların gerçek hayatta da engelli olduğunu düşünenler olmuştur. Engelli olmayan kişileri nasıl etkiler bilemem ama seyredilmeye değer bir film olduğu kesin… Bu film, belki de engellilere bakış açınızı değiştirmenize yardımcı olabilir.

ALİYE YÜCEL

6 Ocak 2013 Pazar

AŞK HER DİLDE AYNI…



Uzun zamandır “Başka Dilde Aşk” filmini yazmak istiyordum. Yani, bu yazı biraz geç kalmış bir yazı… Film, engelli duyarlılığı adına yapılan en güzel Türk filmlerinden biri… İşitme engelli bir genç adamla, hiçbir engeli olmayan bir genç kızın hikayesi… Film, konuşmadan anlaşmak mümkün müdür? Sorusunu soruyor ve cevaplıyor.
Filmin konusuna gelince: İşitme engelli Onur, bir kütüphanede çalışmaktadır. Babası, Onur küçükken onu ve annesini terk etmiştir. Onur, bundan kendini sorumlu tutmuş ve konuşmayı öğrendiği halde konuşmamıştır. Galatasaray kürek takımında olan Onur takım arkadaşının nişan partisinde Zeynep’le tanışır. Hiç konuşmadan geçen gecenin sonunda Zeynep Onur’un işitme engelli olduğunu öğrenir. Ancak yine de ondan vazgeçmez... Bir çağrı merkezinde çalışan ve hiç tanımadığı kişilerle devamlı konuşmak zorunda kalan Zeynep, konuşmadan anlaştığı Onur’la çok mutludur…
Filmde Onur’u Mert Fırat canlandırıyor. Nasıl başarılı anlatılmaz, görmek lazım. Oynamamış, yaşamış sanki… Filmi seyredip daha sonra Mert Fırat’ı konuşurken görürseniz bir an şaşkınlığa uğrayabilirsiniz!  Aaa! Bu adam konuşuyormuş diye! Aynı zaman da senaryo da ona ait. Kafasında işitme engelli birinin hikayesi varmış ve bunu filmin yönetmeni İlksen Başarır’a anlatmış senaryo haline getirmişler ve çok güzel bir iş başarmışlar… Mert Fırat, bu senaryoyu yazarken bir arkadaşından etkilenmiş… Zaten rolünü bu kadar güzel oynamasını bir işitme engelliyi tanımasına bağlıyorsunuz. Başka türlü nasıl bu denli gerçekçi olabilir ki… 
Mert Fırat, Saadet Işıl Aksoy ve Lale Mansur bu film için işaret dili öğrenmişler… Mert Fırat’ın dışında başta Zeynep rolündeki Saadet Işıl Aksoy ve Onur’un annesini canlandıran Lale Mansur olmak üzere diğer oyuncular da çok başarılı… Saadet Işıl Aksoy çok doğal… Lale Mansur’a gelince engelli birinin annesi nasıl olursa aynen öyle…
Film, engelliye toplumumuzda nasıl bakıldığının örneklerini ve mahalle baskısını gösteriyor. Zeynep’in arkadaşları “Aslında sağır olmasa yakışıklı çocukmuş…” ve “Annen, baban Onur’un halini öğrenince ne olacak?”, Zeynep’in babası ise “Neyini eksik ettik ki, eksik bir adamla birliktesin?” diyebiliyor! Onur’un annesi Zeynep’in engelli olmadığını öğrenince ilişkilerini onaylamayıp oğluna “Ben seni düşünüyorum, üzülmemen için…” diyor. Onur ise tüm bunlar için annesine “Babam utandığı için… Sen korktuğun için…” diyerek engellilere bakışlardaki yanlışlığı dile getiriyor.
Filmde çok etkileyici sahneler var. Ama birkaç sahne var ki… Sadece bunlar için bile bu film seyredilir. Zeynep ve Onur’un ağladıkları sahne, Onur’un annesiyle tartıştığı sahne,  bir de psikolojik engelli komşularına jest yaptıkları sahne… Öyle sarsıcı ki… Öyle duygu yüklü ki… Etkilenmemek mümkün değil.
Film, romantik komedi ama çok önemli sosyal mesajlar veriyor, hem de insanın gözüne sokmadan ve duygu sömürüsü yapmadan… İşitme engellilerin dünyasını da çok güzel ayrıntılarla (çalar saat işlevini gören sallanan yatak gibi) anlatmış… Filmin alt yazılı olarak yayınlanması ve böylece işitme engellilere de ulaşması çok yerinde… Sonuç olarak hala seyretmemiş olanlar varsa mutlaka seyretmeli…
ALİYE YÜCEL

11 Kasım 2012 Pazar

FİLM DİNLEMEK!


“Film Dinlemek” başlığını görünce bunu yanlış yazılmış bir başlık olarak düşünmeyin. Evet, film dinleniyor! Görme engelliler film dinliyor ve bir filmi böyle seyretmiş oluyor. Sinema görsel bir sanat ama görmeyenler de “sesli betimleme” ile film izleyebiliyor. Görme engelliler sesli betimleme olmadan da film izliyorlardı. Ama bazı görsel boşluklar ve ayrıntılar anlaşılamıyordu. Sesli betimleme filmi doğru anlamayı sağlıyor.
Sesli betimleme (Audio Description), filmlerdeki diyalog ve ses olmayan görsel bölümlerin sesli olarak anlatılması anlamına geliyor. Görme engelliler konuşma olmayan bölümlerde olan gelişmeleri takip edemeyeceği için gören birinin anlatmasına ihtiyaç duyarlar… Yoksa bir kopukluk olur. Bu durumda görmeyen kişiye; o sahneyi, mekanı, kişilerin yaptığı hareketleri ve sessiz gelişen çeşitli olayları dış ses anlatır. Bu uygulama sayesinde görme engelliler de bir başkasına ihtiyaç duymadan filmi anlayabilirler.
Her filmde bir hikaye, diyaloglar, efektler ve müzikler vardır. Filmde bir sahne düşünelim, müzik var ama konuşma yok. Görmeden o sahnede neler olabileceğini tahmin etmek çok güçtür. O anda biri gelir, biri gider veya o sahnede çeşitli hareketler olabilir. Görmüyorsak ve biri bize bunu anlatırsa sorun kalmaz. Tamamen görsel olarak anlatılan bir sahneyi görme engelli anlayamaz. Örneğin; “Kadın kapıyı açtı. Yerde bir zarf duruyordu. Zarfı aldı ve açtı…” gibi…
Önceden filmlerin çoğu diyalog ağırlıklı olduğu için görmeyenler tarafından da daha kolay anlaşılabiliyordu galiba. Günümüz filmleri teknolojideki gelişmeler ve sinemadaki değişmelerle daha görsel bir durumda… Bu görme engellilerin filmleri anlamasını daha zorlaştırıyor. İşte sesli betimleme bu noktada devreye giriyor. Görme engellilerde böylece daha kolay anlıyor.
 
Sesli betimlemenin temeli, görme engelli yakınlarının çevrelerinde bulunanları onlara anlatmasıyla ortaya çıkmıştır diyebiliriz. 1970 yılında Amerikalı bilim insanı Prof. Gregory Frazier şahit olduğu bir betimlemeden çok etkilenmiş böylece görsel medyanın görme engellilere aktarımıyla ilgili ilk çalışmayı yapmıştır. 1980’lerde yine Amerikalı bir bilim insanı olan August Coppola ile birlikte çeşitli uygulama alanları araştırmış ve sesli betimlemeyi ilk kez 1989 Cannes Film Festivali’nde tanıtmıştır.
Günümüzde Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde televizyon kanallarında sesli betimlemeli filmler yayınlanmaktadır. Birçok sinema salonu da gösterimdeki filmleri ses ve kulaklık düzenekleri sayesinde görme engelli seyircilerine ulaştırmaktadır.
Ülkemizdeki sesli betimleme çalışmaları 2006 yılında Sesli Betimleme Grubu tarafından başlamıştır. Sesli Betimleme Grubu, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi ile Boğaziçi Engelliler Komisyonu ve Engelsiz Erişim Grubu’nun ortak girişimiyle gönüllü öğrencilerin katılımıyla meydana gelmiştir.  Bu grup ilk olarak Umut Aral’ın Çarpışma isimli ödüllü kısa metrajlı filmini betimlemiştir. Sesli Betimleme Grubu, bu filmin ardından çeşitli filmlerin sesli betimlemesini yapmaya başlamıştır. Sesli Betimleme Grubu, 2010 yılında dernekleşti ve Sesli Betimleme Derneği adı altında çalışmalarını sürdürüyor.
Yapılan bu çalışmalardan sonra artık satılan bazı DVD’lerde dil tercihleri gibi sesli betimleme seçeneği de bulunuyor. Dileğimiz bu sayının artması… Ayrıca, sinema salonlarına da gereken ses ve kulaklık düzeneklerinin yapılması… Böylece, Türkiye’deki görme engelli seyirciler de sinema sanatını takip edip, ondan keyif alabilsinler…
 
ALİYE YÜCEL

28 Ekim 2012 Pazar

ÖLÜMÜ İSTEMEK



İnancıma ters bir konuyu, ‘ötanazi’yi işlese de müthiş etkileyici bir film… İnancım gereği hayata Ramon gibi bakmasam da, ona hak vermek istemesem de iyi ki seyrettim dediğim bir film “İçimdeki Deniz”. Filmin gerçek hayattan alındığını bilmek mi çok inandırıcı kılıyor, yoksa filmin her şeyiyle (oyuncular, yönetmen, konu, senaryo) mükemmelliği mi böyle düşündürtüyor bilemedim.
Ramon Sampedro, 19 yaşında denizlere açılan ve dünyayı keşfe çıkan bir denizciydi. 25 yaşında yüksek bir yerden denize atlamış ve bel kemiği kırılmıştı. Boynundan aşağısı felçli, yatağa bağımlı ve bakıma muhtaç biri haline gelmişti. 28 yıl böyle yaşadı. Ölümünü istiyordu. Ancak, intihar bile edemeyecek bir durumdaydı. Yani, ölmek için bile başkasına muhtaç olduğu için ötanazi istemişti. Ama yasalar buna engeldi. Amacına ulaşmak için İspanya hükümetine başvurmuştu. Bu hukuk savaşı sürerken hayatına iki kadın girdi. Biri kendisi de engelli olan avukatı Julia, diğeri onu ölümden vazgeçirmeye çalışan ama sonunda ölmesi için ona yardım eden Rosa.
Ramon’un ötanazi talebi yıllarca sonuçlanmadı. Ülkesinin ve uluslararası basının ilgisini çekti. Hakkında yazılar yayınlandı. Bu arada boş durmayıp yattığı yerden ağzıyla yazıyordu. Yazıları “Cehennemden Mektuplar” adlı kitabında yayınlandı. 1998 yılında ötanazi planını uyguladı.
İçimdeki Deniz  (Mar Adentro) filmi Ramon’un hayatını anlatıyor. Film yönetmen Alejandro Amenabar tarafından 2004 yılında sinemaya aktarıldı. Filmdeki bütün oyuncular çok başarılı ama Javier Bardem bir başka! Javier Bardem’i tanımayan biri seyrederken, “Bu adam gerçekten yatalak mı?” sorusunu sorabilir! Oyunculuğun sadece bedenle, kolla, bacakla yapılmadığını; yüz mimikleri ve gözlerle de yapılacağını gördüm ve çok sevindim!
Filmin hemen hemen her repliği ezberlemek ve hatırlamak isteyeceğiniz kadar etkileyici… Hepsi iç yakıyor, kalp sızlatıyor! Aşık olduğu avukatına “Sana ulaşmak ve dokunmak için kat edebileceğim iki adım, benim için imkansız bir yolculuk…”demesi, onu ikna etmeye gelen rahibin “Bir hayata mal olan özgürlük, özgürlük değildir” demesi üzerine Ramon’un “Özgürlüğe mal olan hayat da hayat değildir” diye cevap vermesi, kendisine aşık olan Rosa’ya "Bak, beni gerçekten seven, ölümüme yardım edecek olan kişidir; aşk bu Rosa, bence kesinlikle bu…" demesi, babasının “Bir baba için oğlunun ölmesinden daha kötü bir tek şey var; oğlunun ölmeyi istemesi” demesi, “Eğer kaçamıyorsan ve başkalarına bağımlıysan, gülümseyerek ağlamayı öğreniyorsun” demesi gibi, her biri anlatılamayacak duygular yaşatan repliklerle dolu…

Ramon, ölmek istiyor ama baktığınızda hayat dolu ve dışa dönük biri… Yatağa bağlı,  hiç hareket edemeyen bu adam yattığı yerden aşık oluyor. Kadınları kendine aşık ediyor. Bir insan ölümü bu kadar çok ister ve beklerken, kaçmak istediği bu hayata aşkı nasıl sokabiliyor? Şaşırıp kalıyorsunuz. Sanki o noktada Ramon’a inanamıyorsunuz.
Ötanazi gibi hassas bir konuyu işleyen film; intihar ile ötanazi arasındaki ince çizgiyi de vurgulamış… Ölmeyi tercih eden insanlar olduğu gibi; ne olursa olsun, ne durumda olursa olsun yaşamayı tercih edebilen insanlarında olabileceğini ortaya koymuş… Gerçek hayattan alındığı için sonunu bilmeme rağmen içimde bir umutla hep Ramon’un ölümden vazgeçmesini bekledim.
Ramon Sampedro “Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum.” diyor. Hayatın sadece hareket etmek olduğunu düşünürsek, böyle yaşamak istenmeyebilir… Ama hayat sadece hareket etmek, edebilmek midir?
Filmin pek çok ödül alması çok doğal… Ne dense, ne yazılsa anlatılamayacak bir film… Bir film daha güzel nasıl olabilir? İnsana ne çok şey anlatıyor. Üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, ilişkileri, koşulsuz sevmeyi, şükretmemiz gereken şeyleri… Seyretmek gerekiyor. Ötanazi hakkında ne düşünürseniz düşünün, ötanazi fikri size ters gelse de mutlaka seyredin.
ALİYE YÜCEL

20 Mayıs 2012 Pazar

BİR DOSTLUK HİKAYESİ


Geçen hafta gösterime giren bir film var: Can Dostum (Intouchables - 2011). Fransa’da gişe rekorları kıran bir film… Yamaç paraşütü yaparken kaza geçirip boyundan aşağısı felç olan zengin Philippe ve ona bakmak için gelen, hapishaneden yeni çıkmış Driss’in hikayesini anlatıyor. Filmin konusu gerçek hayattan alınmış…
Film, dostluk üzerine kurulu… Normalde yan yana gelemeyecek farklı sınıf ve kişilikteki iki insan bir araya gelerek dostluğu yakalıyorlar. İnsana önyargısız yaklaşmanın en güzel örneğini veriyorlar. Bu ilginç ve samimi dostluk öyle etkili anlatılmış ki… Seyrederken yüreğinizden yakalıyor ve çok hoşunuza gidiyor.
Herkes, Driss’in bakıcılık için uygun olmadığını düşünürken, Philippe, ona inanıyor ve kendisine acımaması nedeniyle şans veriyor. Driss, Philippe’in yanına bakıcı olarak gelmiş biri… Ama ilişkilerine bakınca sadece para için yanında olmadığını anlıyorsunuz. Sadece bakımıyla değil, her şeyiyle ilgileniyor. Özel hayatıyla bile… İnsan seyrederken böyle bir dostluğun varlığına inanmak istiyor! Öz bakımını bile kendisi yapamayan birinin yanında böyle bir dostun varlığı insanı derinden etkiliyor. Bir umut ve mutluluk duyuyor. İnsanın içini sımsıcak yapıyor. Kendini iyi hissettiriyor…
Can Dostum’a çeşitli açılardan bakılabilir ve yorum getirilebilir. Ama bence filmin en başarılı yanları, boyundan aşağısı felçli birinin merhamet edilmesi gereken biri olarak değil de tutkuları, kaygıları olan bir insan olarak gösterilmesi ve engelli olmanın diğer insanlarla dostça, arkadaşça ilişki kurmaya mani olmadığını anlatmasıydı.

Filmdeki diyaloglar da çok şaşırtıcı… Philippe, Driss’e “Dört yanı felçli birini nerede bulabilirsin?” diye soru sorup, cevap olarak “Bıraktığın yerde!” diyerek içinde bulunduğu durumla ve kendisiyle dalga geçebiliyor. Başka bir sahnede ise ölen karısından bahsederken “Benim asıl engelim tekerlekli sandalyeye sahip olmam değil… Onsuz sahip olmam!” diyerek insanı derinden etkileyip, düşündürüyor. Asıl engelin, asıl zor olanın ne olduğunu sorgulatıyor!
Can Dostum’da oyunculuklarda çok mükemmel ve doğal… Philippe rolünde François Cluzet  felçli birini canlandırıyor ki, gerçekten tekerlekli sandalyeye bağımlı biri olduğuna inanıyorsunuz. Omar Sy’in Driss rolündeki sempatikliği, espritüelliği, serseriliği o kadar gerçek ki… Sanki kendi hayatını canlandırıyor!
Bu filmi çok sevdim. Afişine bakıp tekerlekli sandalye ve onu süren birini görüp yanılmayın! Sadece felçli bir adam ve ona bakıcılık yapan bir zencinin hikayesi değil... Çok şey anlatıyor. Üstelik bir engelli hikayesi, duygu sömürüsü olmadan ancak bu kadar eğlenceli anlatılabilir. Zaman zaman duygusal sahneler olsa da genellikle tebessüm ederek, gülerek izleniyor. İnsana dair, sıcak ve sıkılmadan seyredilecek bir film… Gerçek bir dostluk hikayesi...

ALİYE YÜCEL